Medeniyetlerin kimliğini, dünya görüşleri ile birlikte, dünya tasavvurlarını da birlikte gözeterek anlayabiliriz. Anlamlar ve değerler örgüsüyle kurulan dünya görüşü, daha ziyadesiyle düşünsel ve ruhani bir devinimken, tasavvur dediğimiz diğer kurucu vasıf ise hayatın görsel, biçimsel etkinliği üzerinden akarak biriken görüntülerle ifade eder kendini.
Mirası hedef alan ‘Medeniyet kini’ !
Sözgelimi İstanbul silüetinden, yedi tepeyi kuşatmış camilerin kubbelerini ve minarelerini kaldırıverseniz, geriye Avrupa kentlerinden pek de farkı olmayan başka bir şey kalır. O başka bir şeyin içinde okunacak kitaplar, gidilecek mektepler, caddelerde gezinenlerin kıyafetleri, dinledikleri şarkıdan, oturdukları sofraya, doğumhanelerden, cenazelerimizin kalktığı cami avlularına, selvi ağaçlarına kadar herşey vardır, hayatın küçük ayrıntıları üzerinden kurulan devasa bir varoluştur bu. Yani varoluşumuzu kurarken, anlamlar kadar hangi resimlerin içinde olduğumuz da önemlidir. Aidiyet belleği, söylem ve duruşun ahengiyle kurulur.
9 Kasım 1993 günü, Mostar şehrinin simgesi olan Neretva Nehri üzerindeki meşhur köprü bombalandığında, ben epey gençtim. Anlamakta zorlanıyordum. Niçin? İşgalleri, milletler arası savaşları, diplomatik antlaşmaları, sürgünleri, mültecileri, hukuk mücadelelerini, hepsini görüyorduk dünya siyasetini yakinen takip ettiğimiz o günlerde. Ve fakat işgal veya savaş esnasında, o karanlığın cereyan ettiği coğrafyanın tarihi eserlerine olan kini anlamak çok kolay değildi.
İnsanları feci şekilde katlediyorlar, halkı zorunlu göçe ve işkenceye tabi tutuyorlardı. Peki, kütüphanelerden, camilerden, köprülerden ne istiyorlardı? … Saray Bosna’daki Gazi Hüsrev Paşa Kütüphanesi de ağır bombardıman altındaydı söz gelimi. Veya dört yıl evvel basın mensubu olarak ve diplomatik kurallar çerçevesinde gittiğim Gazze’de, İsrail bombardımanına uğradığımızda sığındığımız Şifa Hastanesi’nin de bombalandığını gördüğümde yaşadığım hayret! … Hastanelere saldırıyı savaş hukuku bile kabul etmez. Peki, neydi bu? …
Mostar Köprüsü’nün bombalanışı veya Bağdat’ta Evkaf Müzesi’ndeki Buhari (hadis eseri) orijinallerinin ateşe verilmesi gibi hadiseler, medeniyetler savaşının aslında çok açık bir bellek savaşımı olduğunu da vurgular bize. Braudel’in ifadesiyle “medeniyet kini”dir bu, belleğin yok edilerek meflûç veya utanca mahkûm hale getirilmesidir.
Bir medeniyete mensup olduğunuza dair iddia taşıyorsanız, ciddi anlamda yaslanacağınız bir referans sisteminiz olmalıdır. Bu, afaki manada hayattan kopuk bir hamaset olmayacağı gibi salt ideolojik holiganlıktan ibaret gün kurtarmacılığı da değildir. Gerçek hayatın atan kalbinden uzaklaştırılmış bir müze veya arkeolojik kalıntı manasındaysa, referans sisteminiz var sayılmaz. Evet, değerli bir miras üzerinde oturmaktasınızdır ama sizi mirasyediden farklı bir isimle anabilmemiz için o referans sisteminin hayatın içindeki resimlerinizi kadrajda tutan tanıklıklara da ihtiyacımız var. Medeniyet iddiası, hayatla ilişkisi çözümlenmeden fulü kalmaya mahkum olacaktır. Dolayısıyla, hayatın içinden geçerken, kurduğu hayatta, “biz”i olan bir mefhumdur medeniyet.
Kimdir bu “Biz”?
Mü’min erkeklerle Mü’min kadınlar birbirlerinin velisi, yardımcısıdırlar der yüce Kur’an. Medeni varoluşumuzu şimdiki zamana has içeriğiyle sürdürüp devamiyetini örgüleyebilmemiz için, o varoluşu alınteriyle taşıdıkları omuzlarından yükseltebilecek insan gücüne ihtiyacımız var…
Adına “Ümmet” dediğimiz İslam âlemi, bu güzel ismini anaçlıktan, annelerimizden, “ümm” kökünden alır. Mekke’den bahsederken de “şehirlerin annesi” der Kuran-ı Kerim. Ümran (şehir; medeniyet) harcımızı yoğuran anne eline, dikkatle ve hürmetle bakmamız gerekiyor.
“Kadın Hattatlar” adındaki belgesel, benim için tam anlamıyla bir sarsıntıydı mesela. Tarihimizde bu kadar çok kadın hattat olduğunu bilmiyordum ben de pek çok kişi gibi. Yok olduğunu zannettiğiniz birşey bazen hiç ummadığınız bir anda karşınıza çıkar ve herşeyi tuzla buz eder.
Doğu’da, meslek sahibi kadınların, sanatçıların, bilginlerin hatta evliyaların varlığı hep tartışma konusu olagelmiştir. Bunda oryantalistlerin Şarka ve İslam’a olan önyargılı tutumları kadar bizim “müennes” (dişi) olana “tam olmayan” üzerinden bakışımız da etkindir.
Prof. Serpil Çakır’ın “Osmanlıda Kadın Hareketi” adlı eseri, Osmanlı kadınlarının basın, yayın, eğitim, sivil toplum ve mesleki yaşamdaki etkin varlığını, kamusal belleğe iade ediyordu ve heyecanla karşılamıştık çıktığı günlerde bu kitabı. Halen kütüphanemin en görünür yerindedir. Bellek veya referans dediğimiz şeyler, zaman ve tarih kesişimindeki birikimler mahiyetindedir ve bunun bir tür varoluş bilincine dönüşebilmesiyse, görünürlük kazanmasıyla ilgilidir. Belleğin görünürlükle olan ilişkisi kadınlar açısından çok zorlu bir süreçtir aynı zamanda.
Kadınların toplumsal bellek içindeki yansıyışları zikredilirken, Osmanlı münevveri Fatma Aliye hanımı ve eserlerini de es geçemeyiz. Fatma Aliye Hanım, döneminde ismini kullanmaktan imtina eden, kendi imzası yerine babasının adını kullanan veya “Kadıköy’den bir hanım”, “mektepli kız” gibi ibarelerin gölgesine sığınan hemcinslerinden farklıydı. O, eserlerinde ismini, imzasını kullanan ilk Osmanlı hanımıydı. Yine de o dönemde çıkan neşriyata bakıldığında, kadınların mektebe gitmesi veya meslek sahibi olmaları, pek çok kez “kıyamet alameti” olarak algılanmıştır.
Kıyamet alameti olmayan kim var aramızda? Kıyamet bir gerçekse ki biz ona inanıyoruz, her tükettiğimiz nefes, her doğup batan gün, yaklaştırmaktadır onu bize, bizi ona…
‘Cennet kadınlarının Sultanları’
“Zamanı Kuran Kadınlar” başlığındaki kadın tarihi çalışmalarım da kutsal ve kadın ilişkisi üzerinden zorlu, netameli bir yolda yürüdü hep. Sevgili Peygamberimizin (sav) bir hurma dalıyla toprağa çizdiği dört uzun çizgiyi “Cennet kadınlarının Sultanları” olarak tarif edişini, kadın tarihi okumalarıma bir başlangıç olarak gördüm. Gençliğe de yol haritası çizerlerken, sağlam bir rota olduklarını düşündüğüm Hz. Asiye, Hz. Meryem, Hz. Hatice ve Hz. Fatıma, dört uzun sütun gibi İslam toplumsal kaidesini omuzlarında taşıyan prototiplerdir. Bizi taşırlar, dünü olduğu kadar, bugünü de taşırlar ve bu “taşıma Kıyamete kadar da devam edecektir, Cennet’te de o annelerimizin bereketinden nasipdar etsin hepimizi Rabbimiz.
Dinler tarihince mukaddes anne addedilirken, bir yandan da modernizmin cinsiyetçi dayatmalarıyla, Erkek’le düşmanlaştırılmış, zamanın dışına itilmiş, toplumsal bellekte karşılığı parçalanmış veya izi kaybedilmiş kadınların hikâyesidir, benim yazım yolculuğumun ritmi… Modernizmi işaret ederken, kadınların bellek dışına itilişini veya cinsel metalaşma hadisesini sadece yakın zamanlara has bir oluş da zannetmeyelim. Tarihin henüz sıfırıncı günlerinde, Hz. Meryem zamanında da Hz. Meryem’in medeni belleğe dahil olması “keşke ölüp de gidenlerden ve unutulmuşlardan olsaydım” yakınmasıyla birlikte okunmalıdır mesela. Ve bu okuyuş, ister istemez, mahzun, kederli bir şeydir. Rilke’nin ifadesiyle “paramparça olmuş hayatın hikayesi, ancak unufak parçalar halinde anlatılabilir…”
Belleksiz bir toplumuz. Bizdeki bellek korkusunun kriminal bir yönü de var. Bellek ağır bir yük hatta suç tasarımı hadisesi olarak addedildiğinden ve tâbi tutulduğumuz uluslaştırma projesi, belleksizlik ve reddi miras üzerinden kurgulandığından, bizde bellek ürküntü vericidir. 1980 öncesinin gençlik liderlerinden Mehmet Güney Beyefendi’ye de ifade ettim, Büyük Doğu Gençliği, Milli Türk Talebe Birliği birikimi, Akıncılar Hareketi gibi yakın tarihimizdeki gençlik muhitleri hakkında ciddi bir bellek birikimimiz yok. Takibat altında ne fotoğraf kaydedebilmişler ne arşivleri var. Bir de delikanlılık var, yapıp ettiklerini anlatmama terbiyesi.
Bugünün gençliği için ilham alınacak hayat hikâyelerinin paylaşılması gerektiğini düşünüyorum.
Fikirname Dergisi’ne yayım hayatında başarılar dilerken, kelime macerasını, belleği güncelleyen anaç eksen üzerinden destekleyeceğimi ifade ederim.
Sibel ERASLAN