Öne ÇıkanlarSöyleşiSüleyman Karakaş

Nurullah Genç: ‘Peygamberimiz karanlığı kalbinden vurdu’

3.1BinOkunma

Takdim: Kıymetli Şair Nurullah Genç ile Üsküdar Doğancılar’daki TÜGVA İl Binasının bahçesinde, dolu dolu bir sohbet gerçekleştirdik. Hocamızın samimi üslubunu ve sohbetin sıcaklığını siz de hissedeceksiniz… 

Kimdir?

1960 yılında, Erzurum’un Horasan ilçesinde doğdu. Ortaokul 2. Sınıftan itibaren çalışmaya başladı. Boyacılık, garsonluk, bulaşıkçılık yaptı. Lise yılları boyunca derslerin dışında çok sayıda kitap okudu. Şiir çalışmaları yaptı ve ödüller aldı. Her yıl takdirname aldı ve 1978-1979 eğitim öğretim yılı sonunda Erzurum İmam-Hatip Lisesi’ni birinci olarak bitirdi.

1990’da Türkiye Diyanet Vakfı Na’t-ı Şerif Büyük Ödülü’nü Yağmur şiiri ile aldı ve bu şiir ile tanındı. Tarım ve Orman Bakanlığının şiir yarışmasında Türkiye ikincisi oldu. Milli Türk Talebe Birliği Hicri 1400 konulu şiir yarışmasında, Hicret isimli şiiriyle Türkiye birincisi oldu.

Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’ni 1983 yılında bitirdi. 1984 yılında aynı fakülteye araştırma görevlisi olarak girdi. Yönetim ve Organizasyon alanında Yüksek Lisans yaptı. 1990’da doktor, 1995’te doçent, 2001 yılında profesör oldu. 2003 yılında Kocaeli Üniversitesi’ne geçti ve orada yedi yıl çalıştı.

1994-2013 yılları arasında, kamu ve özel sektör kuruluşlarına danışmanlık hizmetinde bulundu. Çok sayıda işletmenin reorganizasyonunu gerçekleştirdi ve stratejik planını yaptı. 2010 yılında emekli oldu ve İstanbul Ticaret Üniversitesinde çalışmaya başladı. Bölüm başkanlığı ve dekanlık görevlerinde bulundu.

Aralık 2012’de Sermaye Piyasası Kurulu’na Üye olarak atandı. Şubat 2015 tarihine kadar, Sermaye Piyasası Kurulu üyesi ve Başkan vekili olarak görev yaptı. Mayıs 2015 tarihinde, Merkez Bankası Meclis Üyesi olarak göreve başladı. Halen bu görevini sürdürmektedir.

Süleyman KARAKAŞ: Muhterem Hocam, bu söyleşimize “Karanlığı Tam Kalbinden Vurmanın Zamanı Geldi” adlı şiirinizden yola çıkarak başlamak isteriz. Şiirinizi okuyunca hakikaten heyecanlandık ve Fikirname Dergisi olarak, bu ilk sayımızın kapak konusu olarak değerlendirmeye karar verdik. Biz burada sadece bir başlık, slogan gördük. Ama arkasında hangi duygular yatıyor? Bunu dile dökerken neler hissettiniz?

Derin uykudan uyandık ama yeterli mi?

Nurullah GENÇ: Zaten zamanı geldi. Benim yıllardır zihnimdedir, hafızamı meşgul eder durur. Adım adım bir yerlere doğru gidiyoruz. İnsanlık olarak dünya olarak, mazlumların, dünya Müslümanlarının dünya halleri ortada… Ne olacak? Neler yapılacak? Gelecekte bizi neler bekliyor?

İşte, geçmiş yüzyıl içerisinde çok büyük hadiseler yaşanmış. İki tane dünya savaşı, Osmanlı’nın yıkılışı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu. Bütün bunların içerisinden çıkıp gelen sonuç ise şudur; dünyada yeniden mazlumların, Müslümanların dirilişi… Yeni bir dünya medeniyetinin kuruluşu, haksızlıkların zulümlerin ortadan kalkması, hak adına yapılmayan işlerin hak adına yapılmaya başlaması… Özellikle de tasallut altında bulunan, neredeyse işgal altında bulunduğunu söyleyebileceğimiz ve doğu coğrafyalarının Müslüman milletlerinin, vatanlarının gerçek istiklallerine, gerçek hürriyetlerine kavuşması, belki bu çerçevede bizi bekleyen şeyler, yüzyıldır.Ünlü Pakistanlı düşünür Muhammed İkbal’in yüzyıl önceki çağrısı da buna yönelikti zaten. O zaman yazdığı, “Uyan Derin Uykudan” şiirinde:

Hindistan’dan isyan et; Semerkand’tan,
Iraktan, Hemedan’dan tuğyan et;
Bir hayat göster, canlan!
Uyan derin uykudan,
Derin uykudan uyan!

Derken, bütün bu coğrafyalarda yaşayan ama gerçek değerini, öz değerini kaybetmiş bilinç ve şuur kaybına uğramış medeniyetin, Hz. Âdem’den ve İblis’ten (şeytan) doğduğunu, ateş ve toprak medeniyeti olarak bugüne kadar geldiğini ve kendisinin toprak medeniyetinin insanı olduğunu unutmuş, o yüzden karşı medeniyetin asla kabul etmesi mümkün olmayan bir takım değerlerine bulaşmış. Ne olduğunu tam bilmeyen, kimlik sıkıntısı ve bunalımı yaşayan insanlığa bir çareydi bu…

“Uyan derin uykudan!” der. Peki, uyandı, işte birtakım coğrafyalarda baharlar oluştu, insanların Müslümanların uyanışı söz konusu oldu. İşte, İran’da bir devrim yaşandı. Mısır’da bir hadise yaşandı, sonra tekrar maalesef çok üzüldüğümüz bir neticeyle neticelendi. Müslüman Kardeşler Hareketi’nin iktidara gelmesi, sonra indirilmesi, darbenin yapılması, Arap ülkelerindeki derin iktidarlar, yüzyıldır başkalarının payandası olan iktidarlar, gül kokulu şehirlerimizin, Mekke’mizin, Medine’mizin ve Kudüs’ümüzün arzu ettiğimiz noktalarda bulunmaması, özellikle Kudüs’te, son yıllarda yapılan İsrail hareketleri, son günlerdeki faaliyetler, bütün bunlar, o, yüzyıl önceki İkbal’in çağrısının karşılığıdır.

Yani, bütün bunlar olurken sen niye uyuyorsun? Peki, uyandık, önemli adımlar attık. Türkiye’de de ciddi bir bilinçlenme, şuurlanma hareketi yaşadık. 15 Temmuz bunun en büyük göstergesidir. Bundan sonra ne olacak? Ne yapmamız lazım? Yeniden kabuklarımıza mı çekileceğiz? Yani uyku gitti, yeni bir uyku mu başlayacak?

İşte, o noktada, benim zihnimden, şiir hafızamdan geçen, artık bir şeyler yapmak lazım… Sadece uyanmak ile olmuyor, uyanmanın da bir gereği var, o gereği de yapmamız gerekiyor, fikriydi. İşte, bu fikir de bir süre sonra şiire dönüştü. Bir gece gelen bir ilham ile, Allah’ın o ilhamı nasip etmesiyle, öyle söylemek daha doğru olur. Çünkü O nasip etmeden hiçbir şey olmuyor.

Neyin zamanı geldi?

Zamanı geldi dedik, tam Kudüs hadiselerinin yaşandığı günlerdi. Bir gece yarısı, “İşte zamanı geldi!” dedim. Yine, kendi kendime, peki neyin zamanı geldi? “Artık iman yurdunda murada ermenin zamanı geldi” diye, geçti içimden, yazdım onu.

Bir sevdamız var yıllardır… “Son menzile bu sevdada varmanın zamanı geldi.” Bunun olabilmesi için son menzile ulaşabilmemiz için de karanlığı tam kalbinden vurmamız gerekiyor. Karanlığın kalbi de belli değil mi? Bütün dünyayı ifsad eden bir İsrail gerçeği var. Ürettikleriyle, yaptıklarıyla, hareketleriyle, karanlığın kalbi haline gelmiş bir İsrail gerçeği var. Hiçbir şeyi kale almayan, kendisini üstün sayan, ırk olarak da din olarak da insanlığın kralı olarak kendisini addeden Siyonizm’in mantığı…

“Siyon Dağı”nda başına taç giydirilecek ve insanlığın kralı ilan edileceğine inanan, Arz-ı Mev’ud saplantısına sahip bir millet var dünyada, İsrail Milleti. Karanlığın kalbini oluşturuyor bunlar, bütün dünyanın her tarafına karanlık yayıyorlar. Peki, buna karşı sessiz mi kalacağız? Kudüs’te bunlar olurken, Filistin’de bunlar olurken, artık onu kalbinden vurmamız gerekiyor diye düşündüm. Kudüs’ü başkent ilan etme noktasına geldiler, yani büyükelçileri “Kudüs bizim başkentimizdir” diye yazabiliyor bugün.

Hayır! Kudüs Müslümanlarındır. Yani, bunun ötesi veya başka türlüsü de olmaz. Benim inancım bu yönde. Selahaddin Eyyubi bu yüzden Kudüs’ü yeniden gitti fethetti. Ama şu var; onlar Kudüs’e hâkim olsalar, Müslümanlara hayat hakkı tanımayacaklar. Hristiyanlar Kudüs’ü aldılar ama binlerce Müslümanı şehit ettiler birkaç gün içerisinde, Kudüs’ten oluk oluk kan aktı.

Biz böyle değiliz, bizim elimizde olan bir Kudüs’te, Hristiyan’ı da, Yahudi’si de, bütün inanışların sahipleri, kendi inançlarında hür ve bağımsız yaşarlar. Yani bizim farkımız bu, onun için Kudüs bizim elimizde olmalı ki farklı dinlere mensup insanlar için de kutsal olan bir şehirde, insanlar huzur içerisinde yaşayabilsinler. Kudüs’e giren Hz. Ömer (radıyallâhu anhu) kölesiyle deveye sırayla bindiği için ve sıra kendisine geldiğinden dolayı, devenin yularını çekerken girdi Kudüs’e.

Halife diye köleye doğru gitti insanlar. İşte bu zihniyetin, yeniden Kudüs’e hâkim olması lazım. Hâkim olabilmesi için de karanlığın kalbinden yeniden vurulması gerekiyor. Bu mümkün. Ama bütün Müslümanların yeniden bir bilinç ve şuur ile uyanması ve bu hakikate baş koyması gerekiyor.

Süleyman Karakaş: Yani, karanlığı kalbinden vurmak derken, fiili bir harekete geçmek değil, gerçeği keşfetmek manasında…

Nurullah Genç: Tabi tabi, bilinç olarak, şuur olarak bunu söylüyorum. Bu, hadi gidelim üstüne direk saldıralım, savaşalım, bomba atalım vs. anlamında değil. Böyle anlaşılırsa yanlış anlaşılır zaten. Bilinç olarak, şuur olarak kalbinden vurmamız gerekiyor. Yani, bizim ona karşı bir şey geliştirmemiz lazım.

Ben hep söylerdim, şimdi Filistin’de İsraillilere kızıyoruz, tanklar ile Müslümanlar üzerine hücum ediyorlar çocukları öldürüyorlar… Onların tank imal ettiği icat ettiği bir dönemde, biz af buyurunuz, eşek arabasıyla kalmışız. Onların dünyanın kullandığı ürünlerin %99’unu ürettikleri yerde, biz tembel tembel uyumuşuz. Karanlığı kalbinden vurmak dediğim bu! O karanlığın yapabildiği her şeyi, bizim fazlasıyla yapıyor olmamız lazım. Ki onu kalbinden vurup devre dışı bırakalım.

Onun dünyaya yaydığı düşünceleri, biz hak adına yayabilmeliyiz ki karanlığı kalbinden vurmuş olalım. Yani, bu ifadenin içerisinde yüzde 10’u fiili olarak cihattır vs. misal olarak söylüyorum, %90’ı nefislerimizle cihattır kendimizle cihattır. Kendimizi düzeltmemizdir, çalışmamızdır. Bilimde ve teknikte ileriye gitmemizdir. Dava şuurunun uyanmasıdır.

Karanlığı kalbinden vurmak!

Basit bir şey söyleyeyim; İsrail’in hâkim olduğu alanı söyleyelim. Gıda sektöründe bir yere hâkim. Eğer siz çok başarılı olup gidip o bölgeye hâkim olursanız kalbinden vurmuş olmaz mısınız? Kalbinden vurmuş olursunuz. Bu budur. Yani kalp nedir? Kalpte duygular var. Yoksa direk öldürmeye kast olsaydı, şiirde ben “Alnından vurmanın zamanı geldi” derdim. Ama kalpten vurmak ayrı bir şeydir. Ama başka bir şey daha… Karanlığı aydınlatmaktır, aynı zamanda bu.

Yani, karanlığı kalbinden vurmak karanlığı aydınlatmak demektir. Yani, İsrail’deki insanların da aydınlanmaya ihtiyacı var. Onların da hidayete ihtiyaçları var, onlara aydınlığı götürmek. Budur işte. Karanlığı kalbinden vurmak budur.

Yoksa kalkar Nurullah Genç “Aa, falan yere hücum edin!” diye bir şiir yazdı denilirse çok yanlış anlaşılmış olur. O da bunun içerisindedir gerekiyorsa o da yapılır. İslam’ın nurunu kalplere ulaştırmaktır bu. Bu artık topyekûn nasıl ki Ashab-ı Kiram, Peygamber Efendimizin arkadaşları atlara bindiler yaya ya da at sırtında İslam’ı alıp götürebilmek için bir yerlere, canlarından vazgeçtiler. Çünkü şiirde var “Canı dahi bir hak uğruna, gitti ve mazlumların hesabını sordular.”

Bunun artık bugün de yapılması gerekiyor. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de ayet-i kerimede açıktır. “(Ey müminler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? …” (Bakara, 214) Böyle buyuruyor Rabbimiz.

Şimdi, Ashab-ı Kiram’ın çektikleri nelerdi? Onlar evlerinden uzaklaştılar, yurtlarından uzaklaştılar, gittiler bir yere yıllarca kaldılar, İslam’ı tebliğ ettiler, karanlığı kalbinden vurdular. Efendimiz Mekke’de bir kişiydi, karanlığı kalbinden vurdu. Bizim de şimdi karanlığı kalbinden vurmamız gerekiyor.

Sloganlar yetti artık! … Slogan ile falan olmaz artık. Slogan bizim karnımızı doyurmaz, ruhumuzu, kalbimizi hiç doyurmaz. Bizim el ele verip, kısır çekişmelerden kurtulup, siyaseti dahi bu ruha payanda yapıp, bu ruhu siyasete değil, siyaseti dahi bu ruha payanda yapıp, o hedefe yürümemiz gerekiyor.

Dava şuuruna sahip olabilmek için…

Süleyman Karakaş: Bu meyanda, sizin gençliğinizdeki gençlerin dava şuuru, İslam şuuruyla, şuanki gençlik arasında nasıl bir kıyas yaparsınız?

Nurullah Genç: Toplum olarak çok kolay çözülebiliyoruz. Ben 1980’li yıllarda okudum. Dava etrafında buluşan arkadaşlarımızın bilinç düzeyi, bugünküne nazaran çok yüksek idi. Okuma oranı çok yüksekti. Biz o zaman ciddi manada kitap okurduk bilinç kazanmak için. Bugün maalesef bu noktada aşınmış durumdayız. Şu 15 yıllık iktidar döneminin kazanımlarını, yetti zannedecek kadar zayıf bir anlayışa sahibiz. Biz bu dava için yeterli değiliz.

Biz, dedim ya çok kolay çözülebiliyoruz. Yani, Türkiye’de bazı meseller hallolunca her şey halloldu diye anlayabilen insanlar var. Böyle değil, böyle değil! Ne zaman ki toplumdaki bütün fertler, sadece ve sadece Allah’a kul ve bireye, mala, paraya, mülke, şana şöhrete, hiçbir şeye kul değil, Allah’a kul olduğu inancıyla yaşamaya başlar, işte o zaman bunlar Müslüman ferttir.

Büyük kısmı böyle olursa, o zaman davaya yeterli hale gelmiş oluruz. Ama davayla bizim aramıza giren çok şey var. Hatta öyle bir hale gelmişiz ki, davayı kullanarak kendi heva ve heveslerini, arzularının, hayallerinin, ufuklarının maddi manevi beklentilerinin, ikbal arzularını gerçekleştirmeye çalışan, yüzlerce binlerce insan, meselenin içerisinde çöreklenmiş durumda. Onların ayıklanmasını demiyorum. Onların da düzelmesi lazım, onların da bilinçlerini tazelemeleri lazım, şuur kazanmaları gerekiyor. Onun da zamanı geldi.

Süleyman Karakaş: Peki, gençlerimiz hüzün, dert, çile, dava gibi manaları derinlemesine anlayabilmeleri, yaşayabilmeleri, hissedebilmeleri için ne yapmalılar?

Nurullah Genç: Yapmaları gereken şey şu, okumaları lazım. Yani, benim medeniyetimi öğrenmeleri gerekiyor. Medeniyetimin klasiklerini okumaları gerekiyor. Mesela, en basitinden, yani bize biraz da uzak durduğu halde, “Kelile ve Dimne”yi bile okusalar oradaki masalları, hüznü tanıyacaklar. Bostan’ı, Gülistan’ı okusunlar hüznü tanıyacaklar. Feridüddin Attar’ı okusalar hüzün ile tanışacaklar. İmam Gazali’yi okusalar hüzün ile tanışacaklar. Arabi’yi okusalar hüzün ile tanışacaklar. Yani, bizim medeniyet telakkimizi oluşturan büyüklerimizin, bilgelerimizin, ariflerimizin eserleri… İmam Rabbani’yi okuduklarında, Mektubat’ı okuduklarında, hüzün ile tanışacaklar. Mevlana’nın bütün damarlarına sinmiştir hüzün…

O kadar aşk coşkusuna rağmen, Yunus Emre bir hüzün şairidir. “Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü” diyor, üzüm hüzündür bu. İşte o yüzden, gençlerimizin bizi ve bizim medeniyetimizi iyi tanımaları gerekiyor ve dolayısıyla yoğun bir okuma programı içerisine girecekler. Hz. Âdem’den bugüne kadar nereden geldi, bu medeniyet nasıl oluştu? Bunu bilecekler, bilmeleri gerekiyor. Mesela, Aliya İzzetbegoviç’i iyi okuyacaklar. Yani, bir medeniyet muhakkikidir, bir medeniyet tahlilcisi, bir mütefekkirdir İzzetbegoviç. Sadece bizim mütefekkirlerimizi değil, dünyanın bütün mütefekkirlerini okumaya gayret edecekler. Ama önce bütün Müslüman mütefekkirlere bakacaklar. Bakmaya gayret edecekler. Onları iyi öğrenmeden Batıya açılmayacaklar.

Çok açık ve net söylüyorum. Bugün gençlerimizin geçmişi, öğrenmeleri için Osmanlıcayı öğrenmeleri gerektiği kanaatindeyim. En azından okuyabilecek kadar eski yazıyı öğrenecekler. Çünkü ben, gitsinler eski bir Osmanlıca yazısını okusunlar anlamında söylemiyorum ben bunu. O eserin tercümesi olabilir. Ama eski kavramları bilebilmek için bunu öğrenmek zorundalar. Çünkü eski kavramlar karşılarına çıktığı zaman apışıp kalıyorlar. Bir yerde “tedai” kelimesini duydu genç. “Bu tedai nedir?” dememeli. Hemen yeni dildeki “çağrışım” aklına gelmeli, “tedai, çağrışım” demeli. Eski bir eseri okuduğunda da “Bunun sizdeki tedaisi” dendiğinde, “Bunun bana hatırlattıklarını” düşünebilmeli. Bir kelime örneği verdim, başka çok örnekler var. Onun için Osmanlıcayı da biraz öğrenip ya da Osmanlıca kelimeleri en azından öğrenip bilmeli.

Süleyman Karakaş: Hocam son olarak, gençlerimize, özellikle yazmak isteyen, şiir yazmak isteyen, yazarlık yapmak isteyen gençlere, neler tavsiye edersiniz? Nasıl hazırlasınlar kendilerini?

Nurullah Genç: Şöyle söyleyeyim, bir musluktan, onun arka planına bir su doldurmadan bir akıntı bekleyemezsiniz. Musluğu açarsınız, akmaz. Musluktan su akabilmesi için, arka planda bir kaynağın olması gerekir. Bir kaynağı kendisinde oluşturmayan, akamaz. Hele coşamaz, çağlayamaz, hele bir ırmak gibi olması mümkün değil. Onun için arkadaşımız yazacaksa, bunu musluktan damlayan bir su gibi düşünelim. Onun arka planını doldurmak zorunda. Bir yer ayıracak, kaynak oluşturacak, su taşıyacak. Yani, kuze’sine su taşımayanın Fuzûli’nin:

Kûze eylen toprağım sunun anınla yâre su

Mısrasını anlaması mümkün değil.

Süleyman Karakaş: Hocam, kıymetli vakitlerinizi ayırdığınız için okurlarımız adına çok teşekkür ederiz, Allah razı olsun.

Nurullah Genç: Bizler de teşekkür ederiz. Bu vesileyle, Fikirname Dergisi’ne yayın hayatında başarılar diliyorum.

 

Süleyman KARAKAŞ