Kötü zanlarımız ve peşin hükümlerimiz, ayağımıza dolanan, gözümüzü kör eden, algılarımızı bozan iki büyük düşmandır. Önce aklımıza sokulurlar hızlıca, sonra birden kanaate dönüşürler kalbimizde.
Zanlarımızın ve hükümlerimizin gerçek hayatta bir karşılığının olmadığını görüp hata ettiğimizi, yanıldığımızı anladığımızda yüzümüz kızarır, pişman oluruz, kendimize kızarız…
Ah şu peşin hükümler!
Bugün dergideki arkadaşlarla İkitelli’deydik, ibretlik bir peşin hüküm kazası yaşadık. Anlatayım… Erkam Matbaası’nı ilk defa gören arkadaşlarımızdan birine, odalarda kimlerin çalıştığını anlata anlata ilerliyorduk. Bazı yerlerde içeridekilere selam veriyorduk, bazı yerlerde de hızla geçiyorduk.
Kabartma Eserler bölümünün önünde, kapıdan içeriye baktık ve köşede pürdikkat çalışan Adil Altınkaya Abimizi gördük. Gözleri bu dünyaya kapalıydı Adil Abinin, 80’li yıllardan beri elleriyle görenler için kabartma Kur’ân-ı Kerim hazırlıyordu. Seslendim güzelce:
– Adil Abim kolay gelsin, hayırlı işlerin olsun.
Ayaktaydı, önündeki makineden çıkan kâğıtları elleriyle yokluyordu, içeride epey gürültü vardı, tamamen işine vermişti kendisini. Sesimi duyunca seslendi:
– Eyvallah, sağ ol!
Yüzü bizden yana dönememişti o an, çünkü yaptığı iş sürekli kontrol ve dikkat istiyordu.
– Hürmetler Adil Abi, görüşürüz inşaallah, dedim ve yavaşça ayrıldık oradan. Hafif adımlarla yürürken, Adil Abinin kim olduğunu ve ne iş yaptığını anlatacaktım, lakin meselenin iç yüzüne vâkıf olmayan arkadaşlarımızdan biri, Adil Abinin zahiri hâline aldandı ve tavırlarını hoş bulmadığını belirterek birden şöyle dedi:
– Niye hürmet ediyorsun ki abi? Adam yüzümüze bile bakmadı!
Onun bu sözleri beni epey gülümsetti. “Yüzümüze bakmadı” cümlesi, birkaç saniye gitti geldi zihnimde. Adil Abinin bizlere sıradan gelen ve alıştığımız o çalışkan hâli yeniden hayalimde canlandı, bu tabloya bir de arkadaşımızın gözünden bakmayı denedim. Gülümsemem uzayınca meraklandı iyice. İzah ettim tatlılıkla:
– Adil Abinin gözleri görmüyor ki… Çok gayretli ve çalışkandır, o hengâmede bizi duyması bile iyiydi aslında…
Bu sözümü duyar duymaz pişman olduğumuz ve utandığımız zamanlarda ortaya çıkan o kırmızılık yürüdü yüzüne. Verdiği peşin hükmün hatalı olduğunu anladı, birkaç saniyelik sükûtun içinde alacağını aldı…
Bunları neden yazdım? Peşin hükümlerimizin, kötü zanlarımızın, bizi çoğu zaman peşin pişmanlıklarla karşı karşıya bıraktığını hatırlatmak için. Bu tür hatalara o kadar çok düşüyoruz, aynı kusuru o kadar çok işliyoruz ki, bir türlü akıllanmıyoruz. Oysa herkesin türlü hâli var, birisi hakkında peşin bir hükme varmadan önce kırk defa düşünmemiz icap ediyor…
‘Keşke bana da nasip olsa!’
Kendi başımdan geçen ve on senedir hiç unutamadığım şu peşin hüküm kazasını da anlatarak bitireyim sözlerimi.
Yanılmıyorsam 2004 yılıydı. İlk defa umreye gitmek nasip olacaktı. 20 yaşındaydım, çok heyecanlıydım. Hazırlıklarımı tamamlamak üzere alışverişe çıkmıştım. Niyetim, kutsal topraklarda giymek üzere beyaz bir gömlek almaktı. Güneşi yansıtır ve rahat ederim, diye düşünüyordum.
Esenler’deki mağazalardan birine girdim, ne var ne yok diye bakmaya başladım. O sırada, neredeyse yarı çıplak bir genç kız yanıma yaklaştı, her yerinden ucube bir makyaj akıyordu, kullanmış olduğu koku içimi kaldırmıştı. Görevliymiş meğer, ne aradığımı sordu. “Bakıyorum bir şeyler” deyip oralı olmak istemedim önce, kalbimdeki umre heyecanına bir leke gelsin istemiyordum. Çünkü kızın ciddi manada kafa ve kalbi bulandıracak bir hâli vardı, lakin peşimi bırakmadı, nereye gittiysem geldi. “Yardımcı olayım” dedi ısrarla, görevi buydu sonuçta, “Peki” dedim, beyaz bir gömlek baktığımı söyledim. Bir iki model gösterdi, lakin epey dar kesimdi, içime sinmedi. O an, neden bilmiyorum, tam olarak ne aradığımı söyledim kendisine:
– İşin doğrusu, umrede giymek üzere, şöyle rahat bir beyaz gömlek bakıyorum, dedim.
İşte o an, karşımdaki yarı çıplak, her yerinden makyaj akan ve bulunduğu her yere bunaltıcı bir parfüm kokusu saçan o genç kız, adeta eridi, ezildi, büzüldü. Hayretler içinde kaldı, şaşkınlığını ve sevincini şu sözlerle dile getirdi:
– Gerçekten mi? Allah’ım! … Keşke bana da nasip olsa, Peygamber Efendimiz’in kabrini görsem, oralara gidebilsem… Ne büyük bir şey bu, ne büyük bir şey! …
Kızcağız bunları söylerken, sanki kutsal topraklarda geziyor ve küçük çaplı bir vecd hâli yaşıyor gibiydi…
Şeklen olmasa da hâl olarak tesettüre bürünmüş gibi duruyordu oracıkta. Onun bu hâli, öyle ibretlik geldi ki bana, mağazadan çıktığımda, yaşadığım büyük pişmanlığı dün gibi hatırlıyorum hâlâ… Pişman olmuştum çünkü o zamanki hamlığım ve kabalığımdan dolayı, karşımdaki kızın dış görünüşüne aldanmış ve “Manevi dünya ile ne işi olabilir?” diye geçirmiştim kalbimden…
Ders Oldu Bana
Yakıştıramamıştım, küçük görmüştüm… Öyle bir ibretlik dersti ki o, hafızamın içinde “Kimse kimsenin hâline tam manasıyla muttali olamaz, kimin ne olduğunu, nasıl bir kalp taşıdığını Allah’tan başkası bilemez” şeklinde çınlar durur…
Bu hadise, on yıldır, kimse hakkında peşin hükümlü, önyargılı ve kötü zanlı olmama noktasında, kulağımdan çekmeye devam eder…
İşte böyle…
Şunu da söylemeden edemeyeceğim: Aynı hadise, Peygamber Efendimiz’in bahsi açılınca kalplerin nasıl da yumuşayacağını, “Kim bilir hangi gönüldür durağın” sözleriyle, muhteşem bir şekilde dile gelen hakikatin, kıyamete kadar kâinatı dolaşmaya devam edeceğinin de en güzel sembollerinden olmuştur benim için…
6 Nisan, Pazartesi / 2015
Süleyman Ragıp Yazıcılar