Hayatımın belki de en heyecanlı yolculuğuna çıkıyordum. Kardeşlerim ile buluşacak olmanın heyecanı bu…
Altmış yılı aşkın süre Fransız işgaline maruz kalmış, Orta Afrika’nın sömürge ülkesi Çad’da; yokluğa, açlığa ve sefalete terk edilmiş insanların yaralarına merhem olmak, insanlığın gereğiydi aslında.
Yoksulluk ve Gerikalmışlık
Şaşkınlığım, Çad’ın başkenti Encemine’de bulunan havaalanına indiğimde başladı. Anadolu’nun neredeyse elli yıl önceki bir tren garını andıran görüntüsü vardı. Duvarlarda çekirgeler, uçuşan sinekler, derme çatma bir havaalanı binası…
Yeter ki kardeşlerimiz ile buluşalım, onların dertlerine ortak olalım, bizim için gerisi teferruat diye düşünüyordum. Konaklayacağımız otele geçtik. Birkaç saatlik uykudan sonra sabah olmuştu. Hazırlıklarımızı tamamlayıp yola koyulduk.
Bayram namazını, kentin en büyük Camilerinden “Melik el-Faysal” camiinde kıldık. Yüzlerce kişiyle beraber aynı saftaydık. Usul olarak biraz farklıydı bayram namazı. Yarım saat boyunca teşrik tekbirleri getirdik. Sanırım Mezhep farkından dolayı…
Namaz bitiminde de büyüklerimizin ellerinden öptük, kardeşlerimiz ile bayramlaştık.
Açlığın ve imkânsızlığın alabildiğine yaşandığı, Çad’ın güneyindeki köylere ilerledik. Yol boyunca birkaç noktada, Sadakataşı Derneği’mizin hizmete açtığı su kuyuları, camiler ve Kur’an kurslarını inceleme fırsatı bulduk.
‘Osmanlı! Osmanlı!’
Beni belki de en çok sarsan hadiselerden birini yaşadığım köye ulaştık. Gözlerinden samimiyeti okuduğumuz çocuklarla kucaklaştık. Onlar, beyaz adam gördüklerinde korkuyordu. Çünkü beyaz adam, ellerindekini sömürmüştü. Beyaz adam korkunçtu. Biz ise Türkiye’den geldiğimizi ve onlarla bayramlaşmak istediğimizi söyledik. İçlerinden on yaşlarında bir kardeşimiz, yanıma yanaştı ve bana sarıldı. “Osmanlı! Osmanlı!” diye bağırmaya başladı. Kendimi tutamadım ve ağlamaya başladım…
Ecdadımızın inşa hareketinin önemini kavrayıp işgal edenlerin hafızalarda nasıl yer aldığını görmüş oldum. Bir yandan bayramlaşıyor, öte yandan Türkiye’den vekâletlerini aldığımız hayırseverlerin kurban etlerini, ihtiyaç sahibi kardeşlerimize ulaştırıyorduk. Poşetleri sırtlandık ve zor arazi koşullarına aldırış etmeden, ormanlık alanın içinden ilerlemeye başladık.
‘Ne yiyorsunuz?’
Çad’ın en ücra denilecek yerlerinden geçiyorduk. Gördüğümüz manzara korkunçtu. Baraka diyebileceğimiz evlerde yaşıyordu insanlar. Eve girdiğimizde, hayretimiz bir kat daha arttı. Yerde duran küçük bir tepsi içinde de çok az buğday vardı. “Ne yiyorsunuz?” Diye sorduğumuzda, tepsinin yanındaki tencereyi işaret etti evin babası. Tencerenin kapağını açtım ve çok kötü bir koku geldi burnuma. Hiçbirimizin yiyemeyeceği, bozulmuş çok az bir yemek vardı. Onu da her gün azar azar yiyorlarmış. İçimden, “Halimize ne kadar şükretsek azdır” deyip kurban etlerinin bulunduğu poşeti takdim ettim. O an yaşadıkları duyguyu anlatmam, inanın mümkün değil! …
Hemen yere kapanıp secde ettiler. Gözleri dolmuştu. Senede bir defa yiyecekleri ete kavuşmuş olmanın şükrü ve mutluluğunu açıkça görüyordum. Onlar ağladıkça ben ağlıyordum. Mahcubiyet dolu bakışlarla: “Teşekkürler Türkiye! Teşekkürler Erdoğan!” diyorlardı.
Modern ve medeni olarak gösterilen Batı zihniyetinin sömürdüğü diyarlarda, iyilik için var olmak, tam olarak insanlığın ne denli mühim olduğunu anımsatıyordu bize…
İbrahim BEDİR