19. yüzyıl, bizim ve medeniyetimiz için adeta bir çöküş yüzyılıydı. 20. Yüzyıl kocaman bir kayıp yüzyıl. 21. yüzyıl ise imparatorlukları, büyük medeniyetleri parçalayan ulus devletlerin anlamını yitirmesi ile bizim gibi imparatorluk bakiyesi toplumlar için çok yeni fırsatlar sunan bir yüzyıl. (Bülbül, 2016)
İşte bizler, bu yüzyılda fırsatları değerlendirmenin yollarını aramalıyız. Teknolojinin geliştiği, dünyanın küçük bir köy haline geldiği bir zaman dilimi içinde, toplumların kendi iç dünyalarına kapanarak insanlığa refah getirebilmeleri mümkün gözükmüyor. Geleceği kurgulayacak ve kuracak bir neslin küresel bir vizyon sahibi olması gerektiğini asla hatırımızdan çıkarmamalıyız.
Geleceği kurabilecek toplum
Geleceği kurabilecek gücü kendisinde toplayan en önemli toplum, hala coğrafyamız insanının oluşturduğu toplumdur. Bu toplum yitirilmemiştir. Safiyetiyle, samimiyetiyle, Anadolu irfanı hala diridir. Bu irfan ve safiyet, ümmetin ve insanlığın umudu olması payesini devam ettirmekte ve ihtiyaç hâsıl olan her zamanda kendisini göstermektedir.
Bizim toplumumuz, dün olduğu gibi yarın da insanlığın güvenli limanı olmalıdır. İnsanlara adaleti, huzuru, refahı sunmalıdır. Şehirler mimarileri ile gönüllere sekinet vermeli, medeniyetin bütün inceliklerini binalarında, sokaklarında ve caddelerinde taşımalıdır. Böyle bir toplum, manevi huzuru da beraberinde getirecektir.
Dünya hâkimiyeti kurma iddiasında olan Müslüman bir toplumun bunun için gerekli olan ruh derinliği ve fedakârlığına sahip olması lazım. Eğer dünya hâkimiyetini eline geçiren toplum, şahsi fayda ve menfaatlerini insanlık idealinden daha üste çıkaracak olursa o toplum tarihi fırsatı değerlendirememiştir. Bunu gerçekleştirecek toplumun ve buna talip olan şahısların sahip olması gereken en temel özelliği, fedakârlık ve ruh derinliğine sahip olmasıdır. (S. Karakoç) Kardeşinin nefsini kendi nefsine tercih etmeli ki necip bir toplum ortaya çıksın.
Başkası değil kendin ol!
Toplumun ve insanlığın gelişimi önündeki en büyük engel, kuru kuruya taklittir. Bu taklit hastalığı, özünden uzaklaşarak bir neslin yok olmasına sebep olur. Liderlerden başlayan taklit hastalığı, kültür ve sanata, aydın insanlara sıçradığında, artık o toplum temellerinden sarsılmaya başlamıştır. Bu taklit hastalığı, aşağılık kompleksini, özünü aslını inkâr etmeyi ve mandacı bir zihniyet ile teslim olmayı içinde barındırır. Bunun çaresi özgüven sahibi olmaktır. Tarihinin, medeniyetinin, dininin farkında olmaktır.
Kuru taklitlerden ve maddeci nazardan kurtulmak için en önemli aşama, kendi iç dünyamıza dönerek, kendimizi, bütün -izmlerle kirletilmiş zihnimizi, Kur’an ve Sünnet ışığında temizleyerek, sadece “Allah yolunda bulunmak” azmiyle yenilemeliyiz. Bu yenilenme de bütün insanlığı yenileyecek, eskimez yeniye ulaştıracak bir ufku içinde barındırmalıdır.
Toplumun değişmesi için her şeyi birilerinden bekleme hastalığından da kurtulmalıyız. Herkes kendi hesabını vereceği günde, bir başkasının ne yaptığından değil, kendisinin ne yaptığı ve yapmadığından hesaba çekilecek. İşte, o gün için şimdiden hazırlanmak gerek! Toplumun dönüşmesi ve insanlığın uyanması için üzerimize düşen vazifeyi yapmalıyız.
Unutmayalım ki Kur’an ve Sünnete uygun olan yönetimi önemsemeyen düşünceler, insanlığa ağır bedeller ödettiler ve hala ödetmeye devam ediyorlar. Bu bedellerin ödenmeye devam etmemesi için, yeniden Ahi Evranları, Gazalileri, Aziz Mahmud Hüdayileri, Nedimleri, Şeyh Galipleriyle toplumun hamurunu yoğuran isimleri devreye sokmalıyız. İnsanlığa hakkı ve batılı anlatacak, zulme rıza zulümdür diyecek, coşkun ruha sahip akıncılar yetiştirmenin peşinde olmalıyız.
Umulur ki samimane atılan bu küçük ve değerli adımlar, toplumların dönüşmesinin temel taşı olur!
Kaynaklar: 1- Kudret Bülbül, Küresel Çağda Nasıl Bir Gençlik. İstanbul, 2016. 2- Sezai Karakoç, Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı (1), İstanbul, 1999.
Fatih Coşar