Toplum olarak sancılı bir dönüşüm değişim sürecinden geçiyoruz. Kavramlarımız, anlamlarımız, anlamlandırmalarımız düne göre başka bir hâl almakta. Karamsarlık edebiyatının bir sokağından sesleniyormuş havası vermek istemem. İman varsa elbette orada hiç tükenmeyecek bir ümit vardır. Fakat ümide yaslanıp anı yorumlamaktan da kavramaya çalışmaktan da uzak duramam.
Çevrenin çerçevesinde, yıpranışlar çepeçevre çoğalırken söze karışmak en doğal hakkımız. Sanal aygıtlardan sanal vicdanlar oluşturanlara karşı “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!” demek cesaretini göstermeli birileri. Hatta daha da öteye giderek, “Bakınız burada bir sokak bile yok, ne cadde ne de bir mahalle burası.” demeli…
‘Beğen’meli İyilikler
Burası yeryüzünün yüzünü kara çıkartmaya çabalayan teknolojik saldırı alanı. Burada her şeye saldırmaya olağanüstü iştah duyan kalabalıklar var. Bu kalabalıkların yaptığı kabalıklar, inceliklerin kalbini karartıyor. Üniversitedeki sakin genç, otobüs durağında yüzünde tebessümle yoldan geçenleri selamlayan delikanlı burada bir canavara dönüşmekte, eline geçirdiği bütün kin kelimeleriyle dünyaya saldırmakta.
Burada iyilik anlayışı, kapı kapı dolaşıp kalplere girmek üzerine değil, yarı uykulu bir vaziyete cümlenin son kelimeleri dahi okunmadan “beğen” tuşuna dokunmakla mümkün olabilmekte. Uzak coğrafyalardaki savaşlar, ekranın az ötesindeki apartmanda çıkan yangınlar bile suya ellerin gitmesine değil, üzgünlük işaretini oluşturan tuşa basmakla çözüleceğinin mesajını bilinçaltlarına yüklemekte.
Yüklü sorunlar sarmalındaki sanal hayat, nefes almayı güçleştirmekte, bizi ana gündemlerimizin uzağına atmak için yeni oyuncaklar üretmeye devam etmekte.
Bugünün insanının kafası bir türlü durulmuyor. Karmakarışık kafalarda ne bir fikir, ne bir ideal ne de bir istikbal sancısı var.
En Büyük Dert
“Bir filozofu önemli kılan şey, doğru cevaplar vermesi değil, doğru soruları sormasıdır.” diyor Kant. Bugünün insanının en büyük derdinin ne olduğu üzerinde toplayamıyoruz dikkatimizi. Ne inandırılmak istendiğimiz şu veya bu mensubiyet, ne bardaktan boşanırcasına üzerimize taşan ahlaksızlık seli; hiçbiri esas meselemiz değil. Derdimiz, artık yaş sınırı da tanımayan kimlik kargaşamız.
Eskiler iç zenginliklerine, ruh olgunluklarına bakar ve bir kimlikleri olup olmadığını söyleyebilirlerdi. Kimlik arayışları ergenlikle sona erer ve kişi kendini tanımlayabileceği eylem ve heveslerine göre tarzını belirlerdi. Şimdi ise ergenlikten erişkinliğe uzanan süreçte, bir kimlik oluşturma problemiyle karşı karşıyayız. Hayatındaki otorite figürlerinin övgü ve beğenisini kazanmadıysa kendini yok sayan bir nesil var önümüzde. Başkasının onayına ayarlı, kişiliksiz kişileriz artık.
Mahremiyet sancısı
Eskiden sosyal kısıtlamalar, kişinin nasıl davranacağını daha iyi belirlemesini sağlayan unsurlar olarak kabul edilir, dürtüleri bastırmak ve aklına eseni yapmamak toplu kabul görürdü. Herkes nasıl davranması gerektiğini ortalama olarak bilerek erişkinleşirdi.
Bugün ise kısıtlayıcı olan her ne ise bir gömlek bir elbise gibi sırttan çıkarılıp atılabiliyor. Dilediğim gibi giyinebilir, yer içer, istediğim tuhaflıkta davranabilirim. Hiçbir müeyyidenin bana müdahale hakkı yok artık. (!) Tanıdığım tek sınır, başkalarının bana hayran gözlerinde gördüğüm ışıltılar ve dudaklarından dökülen takdir sözleri. Sanal retweetlere odaklı, favorilere eklenmekle son bulan bir sosyal gelişim süreci… Mahremiyet sancısı, edep zinciri, hayâ süzgeci? Fazla takılma bunlara, çabuk geç!
Kimliksizlik
Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Mecusi, Putperest vs. ne olduğumuz hiç mühim değil. (!) Hangi tarza meyilli, hangi ekole mensup olduğumuzun da önemi yok. Benim tutarlı, belirli, seviyeli, ahenkli, beni temsil eden taşıyan ağırlayan bir kimliğim yok. Bunu oluşturma sürecine dair en ufak bir fikrim ve isteğim de yok. Dünün günahları bugünün mubahları olmuş, helalliklerine az kalmış. Her şey alabildiğine serbest, içerden beni dürten her itki -haşa- kutsal. (!)
“Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı…” Ama anlamım yok, içimdeki boşluk duygusunu ne yapsam gidermem mümkün olmuyor.
İnsan, ebediyeti arayan varlık! Böyle öğretilmemiş miydi bize? Ötelerden gelen haberlerle ruhunu onaran, ötekini kendine tercih eden, kardeşi açken tok yatmayan, elinden, belinden, dilinden emin olunan, karşılıksız veren, sevdi mi de öylesine karşılıksız seven…
“Bende sığar iki cihan/ Ben bu cihana sığmazam” diyen insan güzellerinin yaşadığı düş ülkeleri, şimdi nerdeler?
“Kalbinde iyilik, ruhunda bu iyiliği harekete geçirecek irade taşıyan herkes tarihi yeniden yazabilir.” demişti ustalar.
İyiliğe karşı içimde duyduğum sonsuz azim dışında beni var kılacak, görünür kılacak ne olabilir ki?
İnsanı aziz bilmek
Benim dışımda bir dünya var; benden yardım bekleyen bir dünya. Şifa olacağım, şifa bulacağım insanlar var yanı başımda. Yaram varsa, yaralanmışları daha iyi anlayayım diye var. Onarırken onarılmam için bütün yıkılmalarım.
Sanal beğenilere kilitli kimliksiz hayatlarımızın eksiği, içimizdeki iyilik iradesi. İyiliğe olan inancımı kaybetmekle başladı içimdeki amansız boşluğun haykırmaları. Aynı ruhun kıvılcımlarını taşıdığını hatırlarken insan, dokunduğumuz her insan kardeşimiz, vardığımız her yer evimizdi oysa.
İnsanı aziz bilirken, ne güzeldi yaşamak.
Ruhun susuzluğunu giderecek tek şey, kayıtsız şartsız sevmelerden geçerken, bu birbirini hırpalamakla güç bulan talan çağında; soruyorum kendime: Benim gündemim ne? Sanal sancılardan kurtulup ne zaman ruhuma şifa olacak bir dünyayı, beden ve ruh ülkemde iktidar yapacağım.
Soruların çokluğu, sorunların çokluğundan. O hâlde sormaya sorgulamaya devam…
Mahmut Bıyıklı