Hem bireylerin hem de toplumun gerçeklik sınırlarını, görünenin aksine para değil, paranın temsil ettiği kavramlar belirler. Temsil edilen bu kavramlar, bazıları için güç, bazıları için makam mevkidir. Bireyden bireye farklılık gösterebilen bütün bu kavramların, altında birleştiği çatının ise mutluluk/tatmin arayışı olduğunu söyleyebiliriz.
Örnek vermek gerekirse, Napolyon’un ünlü “Para! Para! Para!” haykırışı, maddi olarak bir kâğıt parçasına değil, daha çok bu kâğıt parçasının getirilerine, daha genel anlamda kazanma hırsından güdülenen mutluluk arayışına odaklanan bir anlayıştır.
Hayatın plastikliği, sürekli bir değişim ve gelişim olduğu sabitken, bahsettiğimiz mutluluk arayışında yol gösterici kabul edilen kavramlar da bu değişkenlikten etkilenmektedir. Misal, erken yaşlarda insan son model bir otomobille tatmin olurken, ilerleyen yaşlarda yağlı bir makam kapmayı daha tatminkâr bulmaktadır.
Şaşırtıcı olan nokta ise mutluluğa giden yolda hırsla üzerlerine atlanan otomobil, makam, mevki gibi kavramların ortak özelliğidir: Meta olmak.
Değiştiremediğin tek şey: Tutkuların
Peki, bu ortak özelliğin kaynağı nedir?
2007 yılında gösterime giren, Arjantin yapımı Gözlerindeki Sır adlı filmde, suçluyu arayan dedektifler arasında geçen diyalogda kayda değer bir ifade vardır. “İnsan, eşini, ailesini, soyadını, geçmişini hatta dinini bile değiştirebilir. Değiştiremediği tek şey ise tutkusudur.” Tartışmanın sonunda dedektifler, araştırmalarını, aradıkları suçlunun futbol tutkusu üzerine yoğunlaştırma kararı alırlar.
İşte tam da bu noktada, bahsettiğimiz ortak özelliğin altında yatan nedene ulaşıyoruz. Bir insanın tutkusunu ele geçirebilirseniz, o insanın bütün hayatına etki edebilirsiniz.
Demek ki insanın, kısa hayatı boyunca sürekli güncellenen metanın peşinden durmaksızın koşmasını isteyen sosyal tasarımcılar, bütün oyun planlarını insanın bu değişmeyen tutkusu üzerine kurmaktadırlar.
Limitsiz, hesapsız bir mülkiyet tutkusu.
Düşünür şöyle der, “Hayatta önemli olan şeylerin hiçbiri şey değildir.”
Peki, bu mülkiyetin, yani sahip olma hırsının peşindeki insan, neyi odanın dışına çıkarır dersiniz?
Tabii ki ‘şey’ olmayan değerleri. Empatiyi, dinlemeyi, düşünmeyi…
Dahası insan özgür irade ve kendisine verilen akılla bu yanlışlığın, içinde tuttukça kendine zarar veren bu yozluğun farkına varamaz.
Zira sahip olduğu her yeni üründe, her yeni maddede aynı hazırlop cümleleri tekrarlar: “İstersem geriye dönebilirim.”
Yanlışlığı aşikâr olan bu önerme, Hansel ve Gratel masalında yola bırakılan ekmek kırıntılarına benzer; tek bir farkla, geriye dönüldüğünde ekmek kırıntılarının yerlerinde olmadığını fark eder insan. Bir kez döngüye girilmiş, fark etmenin etkisiz kalacağı ana gelinmiştir.
Körlüğün asıl kaynağı: Bencillik
Burada daha kritik bir soru karşımıza çıkar. Peki, bu körlüğe sebep olan hırsın karakteristiği nedir?
Bakınız, insanın ayağına vurulan prangaların, ürünlerin, metanın arka planında daha derin bir anlayış yatmaktadır: Bencillik.
Amaç, her zaman daha yenisine sahip olmak değil, bilakis diğerinde olmayana sahip olmaktır. Bu ölümcül yarış, globalizmle birlikte ortak bir kültür, adeta nefes almak için tapılan bir modern yaşam kültüne dönüşmüştür.
Ne büyük ironi!
İnsanları birleştiren, gezegenin ortak çocukları haline getiren bütünleştirici global anlayış, aslında onları tarihin hiçbir devrinde olmadığı kadar birbirlerinden uzaklaştırmaktadır.
Peki, bu konuda ne yapılabilir?
Atılacak ilk adım, insanın maddi tutkularını reddetmesidir. Böyle yapılırsa mevcut sistem insanı yakalayabileceği bir nokta bulamayacak, telaşa kapılacaktır.
İkinci adım ise boş olan levhaya yeni tutkuları işlemektir. Bunlar maddenin aksine manevi değerler olacak, eğilip bükülemeyen bu değerleri içselleştirmek, insanı sistemin uzun vantuzlu kollarından muhafaza edecektir.
Bu yolda atılan adımlar, yeni bir kardeşlik çağının başlamasına vesile olacak, özgür ve düşünen toplumun, gezegeni hâkimiyet altına almasını sağlayacaktır.
-Ali Onur Şahinoğlu