Kudret timsali görülen sebatkâr Dağlar’ın ve nihayetsizlik denilince uzaydan bile önce aklımıza gelen Sema’nın yüklenmekten kaçındıkları bir emanetle insan şereflendirildi. Bu emanet, kurak çayırlarda pınarları coşturan, asi gönülleri bir ney dinginliğine kavuşturan “selamet sırrı”nın emaneti…
Selamete ulaşan yol çile yoludur. Sonu, saadet ırmaklarına ve güvenli sahillere ulaşan dünyevi dertler okyanusundan, bu emanetin ışığıyla geçebiliriz ancak. “Selamet sırrı”nı bilmek için en parlak gündüzü dahi aydınlatan O kitapta, bizler için apaçık anlatılmış “rahmet sırları”nı adeta içercesine okumamız gerekir. Ancak bunun için, emaneti layıkıyla taşıyan, her biri bir yıldız gibi yol gösteren Nebilerin çilesini kalp gözü ile görmek gerek…
Nebilerin çilesi
Âdem Aleyhisselam ile başladı… O’nun gece gündüz demeden, gönlünden çıkıp Arş’ı delip geçen pişmanlığı ve tövbesi, bu emanete layık olduğunu ispatladı. Ve bize gösterdi ki; emanet ancak hatalarından pişman olup arındırılmış berrak bir gönülde misafir olur.
Nuh Aleyhisselâmın ümmet kemiyeti az, keyfiyeti muazzam derece olan emanet sabrı… O’nun “şükreden bir kul” olmasında, bu heybenin omzumuzu çürütmesine dahi sabretmemiz gerektiğinin sırrı var.
Putları yıkan Nebi Halilullah’ın (aleyhisselâm) devrim niteliğindeki küfre başkaldırması ve ona selamet olacak ateşin pençesine aslan cesaretiyle yürümesinde, emanetin çelik kararlılığı var. Saadet yurduna yürüdüğümüz zifiri karanlıklarda, İbrahim Aleyhisselâmın karşılaştığı putperestlik ve nücumperestlik (yıldıza tapmak) gibi çeşitli iblislerle karşılaşabiliriz.
Yılmadan, tökezlemeden yürümek hatta koşmak için bilmemiz gereken şudur ki, bir tek hakikat ışığı vardır ve cümle batılın ona boyun eğmektir sonu.
İsmail Aleyhisselâmın boynuna değen bıçaktan daha keskin olan teslimiyetinde ise emanetin bize deli gömleği gibi sımsıkı sarılmasına, bizim daha sıkı sarılarak cevap vermemiz gerektiğinin sırrı var. Çünkü onun sarılması bazen öldürecek dereceye gelse dahi o, yıllar sonra kavuştuğu evladına sarılan bir annenin aşkıyla sarılır.
Abdullah b. Ömer (radıyallahu anhu), en büyük emanetin namus olduğunu söyler. İffeti üzerine arkası yırtılmış bir gömlek gibi giyen Yusuf Aleyhisselâmın kıssası bize, hıyanet ile saray sofralarında doymaktansa emanet ile zindanlarda midenin feryadını dinleyerek, nefsi terbiye etmenin yeğ olduğu hakikatini haykırıyor.
Sonra çileye şekva etmemenin müthiş bir örneği olan Eyyûb (as)… O’nun çektiği çileyi gözyaşlarıyla aşka çevirmesinden, bizim de dua ve gözyaşının emaneti yıkayıp paklandırdığını anlamamız gerekir.
Yunus Aleyhisselâmın kıssasından anlamamız gereken bir hakikat ise ne olursa olsun, bu emanete layık görülmemize rağmen, terk etmemizin kefareti olacağıdır.
Firavun’a, Karun’a ve Bel’am’a başkaldıran Musa Aleyhisselamdan öğrenmemiz gereken; bu emanet cesaretle zırhlanır. Zulme başkaldırmak ve mazlumu korumak için Allah’a sığınanların belki eli beyaz olmasa bile gönlü ve yürüdüğü yolu bembeyaz olacağını bilmesi gerekir.
Ve nihayet Nebilerin Sultanı, aşkın tecessüm etmiş hali Nebiyyullah, Habibullah, Resulullah Muhammed Mustafa (aleyhissalâtu vesselam) ile emanet, bütün kâinata yayılıp doğunun ve batının saraylarını titretti.
‘Emaneti kesinlikle ehline…’
“Allah, emanetleri kesinlikle ehil/layık insanlara vermenizi emretmektedir.” (Nisa; 58) Bu ayeti duyan Kudüs, “Ömer (ra) ve Selahaddin” diye hasretle tozunu silkelenerek ağlardı. Çünkü onlar, emanete en çok layık olanlardandı, gönüllerine fısıldanan “Emanet sırrı”nı haykıranlardandı.
Maalesef emanet ve liyakat, hep eşit doğrultuda seyretmedi. İlk başta şûra unutulup koca devletler iki kardeşin zümrüt tahtlara olan sevdasına ikiye bölündü, canlar verildi. Sonra Ümmet-i Aşk, sonra da sır (emanet) unutuldu.
Sırrı bize unutturan emanete liyakatten önce, emanetin ne olduğunu bilmeyen yöneticilerin zehirli oklarından dolayı Modernizm’in, adını medeniyet diye değiştirip yegâne medeniyetin kılcal damarlarına kadar zift gibi işlemeye başladığı vakitlerden sonra “What is the meaning of life?” (Hayatın manası nedir?) diye, etrafta akılsız hindiler gibi dolaşmaya başladık. Bu soru, batının yüzeysel/maddi yaşamına derin/manevi bir yırtık tül örtmeye çalışmasıdır.
Biz de, üzerimizde yüzyıllardır bulunan ipliği çelik, rengi nur ipek şalı bırakıp o yırtık tülü aramaya koyulduk. Hâlbuki emanet duvarlarımızdaki desenli kılıflarında muhafaza edilen, sayfası on iki ayın birinde açılan kitapta aşikârdır.
Dünyanın, ahiretin, sefanın, cefanın, aşkın, tarih boyunca olmuş ve tarih olacak kâinatın her zerresi o kitaptadır. Âlem-i Ervah’ta şereflendirildiğimiz bu emaneti, nuruna layık olup önce gönlümüze ve idrakımıza, sonra kıssalardan da çıkartılan hakikatlerle her bir hücremize kadar nüfuz ettirmemiz gerekir vesselam.
-Enes Damlayıcı