Aidiyetlerimizi gözden geçirdiğimiz dönemlerdeyiz. Kim olduğumuz sorusuyla doğrudan bağlantılı bu meselelerde, genelde arka planda kalan sanat başlığı, şaşırtıcı şekilde ön sıralara yükseldi. Bunda, özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son dönemde sıkça kültür-sanat alanında gerekli mesafeyi kat edemediğimizi söylemesi etkili oldu.
Sanat ile irtibatımız, aidiyet kodlarımızın kendisidir. “Ben kimim?” sorusunun cevabını ararken, esasında “Sanat nedir?” ya da “Sanat bizim için ne ifade ediyor?” sorularının da peşinden gitmiş oluruz.
Peki, biz kimiz?
Yani, sanat bizim için ne ifade ediyor?
Şuradan başlayalım; “biz” derken kimi kastediyoruz? Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayanları mı, sadece Türk olanları mı, daha geniş bir aidiyet olarak Ümmet dairesinde bulunanları mı?
Herkesin yaklaşımı farklı olabilir. Özgürlük, özgürlüktür. Kimseye hassasiyet dayatamayız. Ancak sanat başlığı altındaki her türlü yorum, cesur ve komplekssiz olmalıdır. Kim olduğumuz, nereye ait olduğumuz, geçmişimiz ve daha birçok konuda, rahat ve kararlı bir duruş sergilemeliyiz.
Dayatmalara karşı yeni bir duruş
Sanat camiası kabul etmez diye, kendimizi tanımlama hususunda tereddütlü davranmamalıyız. Ya da -aksi bir bakışla- birileri övecek diye, inanmadıklarımızı da savunamayız. En azından tarzımıza dikkat etmeliyiz.
Sanat söz konusu olduğunda, hiçbir beşeri sınırın kalıp çizemeyeceğini bilmemiz gerekir. Özgürlük adına tutarsızlık ve değersizlik dayatmalarına karşı da dirençli olmalıyız.
Ülkelerin sınırları, sanatın kapsamı olamaz. Sanata sınır konamaz. Sanatın ve sanatkârın yegâne sınırı, kendi doğrularıdır. Evrensellik aldatmacasına düşmeden, insani ve irfani olanın izinde bir ahlak ile yol alır sanatkâr.
Sinemayı da bu tanımdan ayıramayız elbet. Sinemacı kendi doğrularına sıkı sıkıya sarılmalı. Bir takım dayatmalarla oluşan bir çerçeve olmamalı doğruları. İşte, bahsetmeye çalıştığım aidiyet de burada devreye giriyor. Bu toprağın, inancın, insanın sinemacısı olmaktan söz ediyorum. Hayatı ve insanı referans alan hiçbir anlayış zayi olmayacağı, aksine güçleneceği için bu yaklaşımı ısrarla devam ettiren her üretici de insanlık tarihinin kıymetli noktalarından biri haline gelecektir.
Yani, bir sinemacı sistemin dayattığı tek tip anlayıştan beri olmalı. Sanatın belli bir zümreye ait olduğu, üretimin de sadece o kesim tarafından hakkıyla yapılabileceği, nitelik ve nicelik açısından çerçevenin belli olduğu yaklaşımını reddetmeli sinemacı. Ancak bu durumda, aidiyetine dair sağlam bir duruş sergileyebilir.
Hatırlarsınız… Bir dönem müstehcenliğin olmadığı sinema filmini adam yerine koymazlardı. Çok şükür geçti o dönemler. Artık böylesi kof yaklaşımlara çok rastlamıyoruz. Daha çok televizyona kaydı. En azından böylesi ürünler sinemada boy gösterdiğinde, özgüven ile itiraz edenlerin sayısı çoğalıyor.
Benzer şekilde, yakın zamana kadar Osmanlı’ya dair olumlu bir ifade kullanılması sanat çevrelerinde gericilik göstergesiydi. Tarihi belgeler ve sanatsal yaklaşımların daha sağlıklı şekilde ele alınmasından sonra, bu kasisi de geçtik sayılır. En azından kompleks yapmadan bunu ifade edenler çoğaldı.
Millet iradesi belirleyici oldu
İşte, bütün bu göstergeler, aidiyet sorunumuz noktasında aşmak üzere olduğumuz yollara işaret ediyor. Eskiden bu hususta aşılacak bir şeyler olduğu çok dar çevrelerde konuşulurdu. Artık her şey aşikâr. Türkiye’nin ne denli özgürleştiğini buradan hesap edebilirsiniz. Böyle düşünen de, öyle düşünen de kendini ifade ediyor.
Aidiyetin sanatla olan irtibatında, millet iradesi hayati derecede mühim bir yer tutuyor. Sadece sandık vakti geldiğinde değil, hayatın her anında ortaya konacak irade çeşitleri, genel resmi şekillendiriyor.
Misal, reyting verileri bir nevi seçim sandığıdır. Her gün referandum yapılır. Ölçümlerin ne denli sağlıksız olduğunun farkındayız. Fakat genel verileri, biraz olsun doğru kabul ederek yorumlamak durumundayız. Diriliş Ertuğrul gibi bir dizinin yayımlanması, cesaret isterdi. Zamanımızda da istiyor elbet ama millet buna biraz daha hazır. Zira aidiyet noktasındaki uyanış, topyekûn bir meseledir. Haliyle, TRT’nin ekrana getirme cesaretine, milli irade sandıkta “evet” dedi. Benzer şekilde Payitaht Abdulhamid ve Mehmetçik Kut’ul Amare dizileri de bunun göstergesi. Evet, diğer dizilere baktığımızda, sandıktan garip sonuçlar çıktığını da söyleyebiliriz. Ama bu zaten beklenen bir durum. Zira toplumsal yapımız homojen değil. Asgari kabuller ve ekseri sonuçlar genel manzarayı resmediyor.
Sinemada yeni arayışlar
Sinemada da durum aynı diyebiliriz. Eskisine nazaran daha çok ‘bu toprağa ait’ hikâyeler ele alınıyor. Bir sanat dalı olarak, sinema dili noktasında da bu toprağa özgün yaklaşımlar deneniyor. Sadece senaryolar değil, senaryoların film ediliş biçimleri de hayati derecede önemli. Dünyada bir Türk sineması varlığından söz edemiyorsak, hem içerik hem dil açısından, bu manzaranın yakın zamana kadar içler acısı olmasındandı.
İşte ‘bizim sinemamız’ denen şeyin ne olduğu meselesini, böylesine çok başlıklı ve girift bir manzarada ele almalıyız. Bu çok başlı konular silsilesi, hep tartışılageldi. Öyle de devam edecek. Bize lazım olansa bu toprağın insanının, toprakla irtibatını kesmeyen bütün dünya insanlarının, sanatın ehemmiyetinin farkında olan ve hayatla ilişkisini kesmeyen, sanatın peşinde olan üretme arzusudur.
Dünden bugüne, kolayca hallolabilecek bir mesele olsa ve bilimsel bir formülü bulunsaydı, şimdiye kadar çoktan hallederdik. Fazlasıyla soru barındıran ve arayışla kol kola gidilecek bir yol olduğundan, en önemlisi, soru sormayı bırakmayan sinemacıların çoğalması ve buna mahal hazırlayacak izleyici ve politika üreticilerin bilincidir.
-Abdulhamit Güler