İnsan var olduğu günden bu güne değin, en çok sorulan sorular: Nerden geldik? Nereye gidiyoruz? Kimilerine göre, bu soruların cevabı bize hakikati verecektir.
Peki, nedir hakikat? Sözlükte, “Bir işin doğrusu, gerçek, asıl, esas” manalarına gelen hakikatin tasavvufi manası, “Zahirin ardındaki örtülü gizli mana, dini hayatın zirvesini yaşayarak ilahi sırlara aşina olmaktır.”
Birçok mutasavvıf, filozof, bilgin veya bunlardan hiçbiri olmayan sade vatandaş da hakikate, kendine göre bir anlam vermiştir. Hepsine göre, hakikatin tanımı farklıdır. Ancak benim değinmek istediğim konu, hakikatin ne olduğu veya nasıl ulaşılacağı meselesi değil. Bu ayrı bir mesele. Benim asıl sormak istediğim soru şu: Kaçımızın hakikat arayışı var?
Hakikati Arıyor muyuz?
Toplumumuzda, maalesef bu tür kavramları sorgulamak pek revaçta değil. Çünkü insanların düşünecek zamanları yok. Yeni bir cep telefonunu, arabayı, evi veya dolgun maaşlı bir işi düşünmek daha cazip gelmektedir. “Para her kapıyı açar” (!) klişesi, bu insanlara vurulmuş bir gem.
Bir araya gelindiğinde; siyaset, futbol veya dedikodudan pek zaman bulamayan bu insanların, yalnız kaldıklarında da hakikati düşünme veya sorgulama gibi bir dertleri yok. Çünkü dediğimiz gibi daha önemli meşgaleleri var!
Modern insan erken yatmak zorunda çünkü yarın yapacağı çok işi vardır. Anını zehir etmeli sözgelimi, daha çok mesai yapmalı çünkü “Kapitalizm tanrısı” ona, bu dünyada cenneti vaat etmiştir. (!) Bu hayallerle kullanılmıştır.
Tüm hayatı çalıştığı müessesenin kurallarına bağlıdır. Kazandığı parayı, ürettiği malları, misliyle satın alarak harcayan bu insan, ilaç sektörünü de düşünmeli. O yüzden hayatında tüm kimyasallar, fabrika dumanları ve stresin bir yeri olmalı. (!)
Canın mı sıkıldı?
Canı sıkılmasın diye sosyal medya hizmetine sunulmuş, reelde sahip olamadığı kimliğe kavuşma fırsatı, yine sosyal medyada tanınmıştır. Toplumda ‘ben varım’ diyemeyen bu insan türü, sosyal medyada takipçi sayısıyla veya beğeni sayısıyla, insanlar arasında bir yer edindiği, bir saygınlık kazandığı vehmine kapılmıştır.
Burada Mevlana Hazretlerinin Mesnevi’sinde zikrettiği Sinek Kıssası örneğini vermek yerinde olacaktır: “Bir sinek, eşek idrarının üstündeki saman çöpüne konmuş, kaptan gibi başını kaldırıyordu:
‘Ben diyordu denizi, gemiyi okumuş, bir zaman bunun düşüncesine dalmıştım. İşte bu deniz, bu da gemi; bense ehliyetli, doğru düşünür, yerinde hüküm verir bir kaptanım!” Der ve sonra ekler Mevlana Hazretleri, denizin üstünde gemisini sürüp duruyordu; o kadarcık su ona uçsuz bucaksız görünüyordu. O sidik birikintisi ona göre sınırsızdı; o birikintiyi olduğu gibi görecek göz nerede onda? Dünya görüşü ne kadarsa o kadardır; gözü o kadardır, denizi de görüşünce.”
İçimizdeki putlar da neyin nesi!
Evet, ne güzel özetlemiş büyük zat. Şaşırtıcı ama maalesef eleştirdiğim bu insan tipi Müslüman! Bu zavallı Müslüman için (Haşa!) Rezzak olan patron, Şafii olan doktor, Vedud olan karısı, çocuğu veya kendisini çok sevdiğini düşündüğü kimse. Allah ise sadece ibadet ederken Allah. (!)
Öyle ya, bu yüzden olsa gerek ki ‘Bunun dinle, Allah’la bir alakası yok’ diye yeni alanlar oluşturuldu zihinlerde. Hal böyle iken, bu kimseler için kendisine tanrılar edinmiş demek ağır oluyorsa şayet, bizde kırmayalım, putlar edinmiş diyelim.
Nerden mi çıkarıyoruz bunu? Sonuçta, putlar da ya tanrı ya da tanrıya yakınlaştıran vesileler olarak görülüyordu. İnsan en çok sevdiği şeyi kaybetmekten korkar. Yani şöyle diyebiliriz: İnsan en çok neyi kaybetmek istemiyorsa en çok ona karşı takvalıdır. Örneğin en çok eşini seviyorsa onu kırmamaya sürekli özen göstermeye, haklarına riayet etmeye, onu mutlu edip üzmemeye çalışır. Ya da en çok toplum içindeki konumunu veya makamını seviyorsa en takvalı olduğu konu kibri ve ikiyüzlülüğüdür.
Hâlbuki bir Müslüman olarak kendisine karşı en takvalı olmamız gereken ve bunu hak eden yegâne varlık konumundaki Zat, Yüce Allah’tır. “Allah katında en değerli olanınız, en takvalınızdır” ayetini bilemedik!
Gençliğin kafası karışık
Gerçi Allah’ı tanıyamadık ki bu ayetini bilelim! Evet, tüm bu sayılan menfi davranış ve özellikler, Allah’ı tanıyamamaktan, İslam’ı idrak edememekten ileri geliyor. Evet, evet! Allah’ı bildik ama tanıyamadık. Belki yetiştiğimiz çevre veya günümüz modern toplumunun bir dayatması denebilir ama azıcık vicdan sahibi olan, “Zaten biz de Hakk’ın hakikatin peşinden hiç gitmedik, işimize de gelmedi” itirafında bulunacaktır.
Bu yüzden, Türkçemizde genellikle Ateistler için kullanılan tanrı-tanımaz nitelemesini, günümüz Müslümanlarının ekserisi için kullanmak daha yerinde olsa gerek! (Burada “tanımama” Ateistler için kullanıldığı manada -kabul etmeme- değildir.)
Böyle bir toplumda hayatı, varoluşu ve toplumu sorgulayan bir genç olmak…
İşte bu çok zor, girift bir iş. Neredeyse her gencin zihni karmakarışık. En muhafazakâr gencimizin bile, zihnindeki ve kalbindeki çoğu kutsal değer profanlaşmış vaziyette. Gelenekle aramızda, abartılı olmasa gerek, sırat köprüsü inceliğinde bir bağ kaldı. Neyin doğru neyin yanlış, kimin doğru kimin yanlış olduğu bilinmiyor, masum hayaller, kirli ideolojilere bilinçsizce teslim ediliyor, sevgimiz içimize kaçıyor, dışa vurumu nefret ve kin oluyor.
Hayat karşısında bir avare oluyor, Heideggerin deyimiyle ‘Dünyaya fırlatılmışlık’ hissiyatına kapılıyoruz. Kimliksiz, şuursuz, davasız!… Maalesef çoğu gencimiz, bu vahametin farkında değil. Farkında değil diyorum, çünkü farkına varmak; arayışımızın, uyanışımızın ilk adımı olacaktır.
“Gerçi farkında olanlar neyi değiştirmiş ki? Sadece farkında olmuş o kadar” diyebilirsiniz. Ben de size şu anda bir cevap veremem maalesef. Ama bir gün cevap verme ümidiyle yaşıyorum!
*Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
-İbrahim Tur