Mefkûre

Geçmişin İzinde Yeni Bir Yol Ararken

1.61BinOkunma

Bir millet düşünün… Köklü bir maziye sahip olsun. Fakat bu köklü mazide yol alabilmek için ona ışık tutacak, kılavuzluk edecek kaynaklarından da mahrum edilsin. Böyle bir millet, hangi referans üzerinden ilerleyişini sürdürebilir; ya da sürdürebilir mi? “Yeni”ye hangi gelenek çerçevesinde bir tanımlama yapabilir ve onu anlamlı kılabilir; savrulmamak için?    

Doğru bir cevap için doğru soruyu sormak ihtiyacı mutlaktır. Doğru soruyu sorduğumuz zamanlar hiç olmadı değil aslında; o zamanlarda da cevap verecek bir takatimiz olamadı maalesef. Galebe çalan zihniyetler, maziyi daha da silik hale getirmek isteyen, kendi “icat”larının başarısı adına “geçmişin unutturulması” politikasını önceledikleri için, yapılan her hamle kadük (sonuçsuz) kaldı ya da kadük bırakıldı.

Hafızamızı yeniden keşfediyoruz

Eski kaynaklardan mahkûm kalmayı, ünlü Alman filozofu Artur Schopenhauer’un orijinal Latin kaynaklarından uzaklaşan Avrupalı nesiller için verdiği örnek üzerinden ifade etmeye çalışayım. O, bu hali, “Sisli bir havada sayfiye yerinde oturan insanın yakınındakiler dışındaki her şeyi puslu ya da sisten ibaret olarak görmesi”ne benzetir. Evet, bizler ya da bizden sonraki nesiller, bu, kâğıtlara yazılmış hafızadan mahrum kaldığımızda, ne beş bin yıllık devlet geleneğimizi ne de onun İslâm’la mücehhez olmuş son bin beş yüz yılını net olarak görebiliriz. 

“Türedi” bir millet bile, kendisini “köklü” göstermek adına bir “mitoloji” üretir; çünkü bu onlar için bir “meşrulaştırma” yöntemidir. Zira köksüz bir devlet, etrafına yeterince güvence veremez. Uydurmalar ya da icatlar, aslında ilk nesiller tarafından iyi bilinse bile, hafıza silindiği için sonraki nesiller tarafından inanılan “gerçeklikler” olarak karşımıza çıkar. Foyasını ifşa edecek bir şahit bulunamadığı takdirde de yoluna devam eder. “Bu olur mu?” diyenler elbette olacaktır. Eric Hobsbawm’ın “Geleneğin İcadı” olarak ifade ettiği bu tablo, az ya da çok bütün milletlerin tarihinde vardır. 

Bugünün Avrupa’sı için çok köklü zannettiğimiz tören ya da ritüeller, aslında nasyonalizmin öne çıkışıyla birlikte gelişen ve 19. yüzyılın ürünü olan şeylerdir. Fakat bizdeki durum, kendi seyrinde değil de bir iradeyle “bile isteye” bir hafıza kaybına uğratılmanın sonucudur. Bu, adeta bir gecede John Locke’un “tabula rasa” (boş levha) olarak ifade ettiği, dünyaya yeni gelmişin hafızasına benzemek gibi bir şeydi. 

Çok dinli, dilli, etnisiteli bir imparatorluk hafızasından, tek kanallı ve tek katmanlı bir duruma geçiş bile tek başına alışılması çok zor bir sürece işaret ederken ve geniş bakmaya alışmış bir zihni prangalarken, eski hafızanın kullanımının yasaklanması, durumu katmerlendirmiştir. 

Düşünce kodlarımız değiştirilmiş!

Kendi kodlarıyla düşünemeyen/düşündürtülmeyen her kesim, boşaltılan, adeta sıfırlanan bu hafızasını bütünden koparak, düşünce odacıklarına hapsolarak yeniden ama savrularak ve eklemlenmeye çalıştığı pozitivist Batı’dan yamayarak doldurdu. Tarihsel hafızamıza bir konfigürasyon uygulayanlar, tabiri uygunsa düşünce kodlarımızı değiştirdiler. Temeldeki kodlar değişince fotoğrafa görünene yansıyanlar da otomatik olarak değişmiş oldu. 

Bugün insanımıza, mahallemize, ailemize, köyümüze, şehrimize velhasıl bütün yansıyanımıza tesir eden bu kodlar, yazılımı tehdit eden virüsleri de davet etti. Hafıza silinince virüsleri tanıyamaz hale geldik. Ne kadar çabalasak da istediğimiz görüntüyü veremedik. Bu virüsler, kimliğimizin gerçek yansımalarını her alanda etkiledi. Mimaride, sanatta, edebiyatta, inanç dünyamızda, velhasıl hayatın her zerresine sızdı bu virüslü yazılımlar.

Peki, umutsuz muyuz? En başından söyleyeyim. Asla! 

Bütün değerleri ve kodları “söküm”e uğratan zihniyet, bugün iniştedir. Yükselişte olanlar ise tarihsel hafızasını yakalayarak anlam dünyasını kendi kodlarıyla yeniden kurmak isteyenlerdir. Ülkemizin bu yükselişine uyumlu olarak yeni nesiller artık sonradan “icat” olanın iğretiliğinin farkına varıyorlar. Karl Mannheim; “Milletler yükselme ya da iniş dönemlerinde geçmişini daha fazla ararlar.” diyor. Bu söz, bugünkü halimize tercüman olabilecek bir sözdür. 

Bir başka umut verici sözün sahibi de Alexis De Tocqueville’dir; “… kökleri böyle derinlere uzanan bir toplumsal hareketin, sadece bir neslin girişimleri sonucu kesintiye uğrayacağına inanmak akıllıca olur mu?” Elbette olamazdı. İnsanlık tarihi gibi bizim tarihimiz de genel anlamda ileri bir harekettir; her türlü zorbalığa rağmen, bu da kesintiye uğratılamazdı. Nitekim öyle de oluyor. 

Geçmişin ilhamıyla yeniyi keşif

Kaynaklarımızı yeniden keşfediyoruz. Sahip olduklarımızın sadece kısa bir zaman dilimi öncesinde bize “bahş” edilmediğini, bakış açımızı genişlettikçe daha net görebiliyoruz. Baktığımız manzaradaki sis kayboldukça nasıl bir derinlikli hafızayla karşı karşıya olduğumuzu daha beliğ bir şekilde idrak edebiliyoruz. 

Horasan erenlerine uzandığımızda Harakânî Hazretlerinden ilham alabilmeyi, Mevlana ile derinleşebilmeyi, İbn-i Sina, Farabi, Gazali ve daha niceleriyle fikrimizi berraklaştırmayı, farklılaştıkça zenginleşmeyi artık daha iyi görebiliriz; tabi İslâm medeniyetine ait olanların tamamını, Ümmet perspektifinden elbette…

Parçaya hapsolmadan bütünü görmeyi önemsedikçe tasavvur ufkumuz daha da gelişecek. İnancı “maraz” olarak gören bir zihniyet, aslında bize “silinip gitmeyi” ya da başka bir şeye dönüşerek, yine başka bir şekilde “kendimiz olmamayı” uygun görmüştü. Adeta Adorno’nun “Vatandaşlığın körleşen birlikteliği.” diyebileceğimiz bu zeminde, bizi gerçek anlamda anlaştıran duyguların yeri yoktu. Biz şimdilerde yeniden bir “duygu dünyası keşfi/ihyası” ile de meşgulüz; buna da çok ihtiyacımız var. Cemal Kafadar’ın ifadesiyle “bizimsileşmeye” tabi. 

Tarih, en önemli meşrulaştırma aracıdır. Onun içindir ki gerçeğinin olmadığı yerde senaryosu yazılmıştır. Oysa bizim bir senaryoya ihtiyacımız hiç olmamalıydı. Şükür ki, “hakikat tekelcileri” bütün dayatmalara rağmen bizi senaryolarına inandıramadılar.

Ve geçici hafıza krizimizi atlatıyoruz; sonrasında terke zorlanan değerlerin gücü, yeniden kendi toplumunu imar etmeye devam edecektir. Bu, geçmişi olduğu gibi tekrar etmek demek değildir. Ondan ilham alarak “yeni”ye kendince bir kimlik vermektir; taklitten ve biteviyelikten uzak.

Yeter ki yola çık, yol açık…

-İsmail Öz