Asr-ı Saadet’te yaşanan ve dün, bugün ve yarınımıza ışık tutacak ürpertici bir hadiseyle başlayalım. Sahabeden bir grup, bir halka yapmış oturmuş, aralarında sohbet ediyorlardı. İçlerinden birisinin Hz. Selman ile bir problemi vardı. Selman-i Farisi, Mescid-i Nebevi’nin kapısından girdiğinde, onunla sorun yaşayan kişi Selman işitecek şekilde konuyu değiştirdi. Etrafındaki arkadaşlarına, “Soyun-sopun nedir, sülalen nereye dayanıyor, hangi kabiledensin?” Diye sormaya başladı. Cevap olarak her birisi kendi soyunu-sopunu anlattı. Birisi dedi ki:
“Ben Mudar kabilesindenim, falan oğlu falanım.” Bir başkası, “Ben Evs kabilesindenim, benim babam Medinelilerin en şereflilerinden falan oğludur. Dedem şudur, dedemin babası şudur.” Diye, kendi soyunu-sopunu anlatmaya başladı. Bir başka sahabe, “Ben de Temim kabilesindenim, falanın oğlu falanım.” Bir başkası “Ben Hazrec kabilesindenim.” Bir başkası da “Ben de Kureyş kabilesindenim, insanların en şereflilerinin soyundanım” dedi.
‘Ben İslâm oğlu Selman’ım’
Sohbet bitince sohbeti yöneten zat, Hz. Selman’a döndü: “Ya Selman, senin soyun-sopun nereye dayanıyor? Sen nerelisin, sen hangi kabiledensin?” diye sordu. Selman, kıyamet sabahına kadar yeryüzündeki bütün Müslümanlara örnek olabilecek bir cevap verdi. Ve dedi ki,
“Ben de İslâm oğlu Selman’ım.” Ve sonra gözleri dolarak şöyle hitap etti: “Ben dalalette, sapıtmış bir insandım, Allah beni Muhammed Mustafa sallallâhu aleyhi vesellem ile hidayete erdirdi. Ben fakir, yoksul bir insandım, Allah beni Muhammed Mustafa (sav) ile zenginleştirdi.
Ben basit bir köle idim, Cenab-ı Hak beni Muhammed Mustafa (sav) ile özgürlüğüme kavuşturdu. Benim soyumu-sopumu öğrenmek mi istiyorsunuz? Ben de İslâm oğlu Selman’ım.” dedi.
Hz. Ömer uzaktan bu sözleri duydu, ayağa kalktı, topluluğun yanına geldi. Onlara dedi ki, “Benim de soyumu-sopumu öğrenmek istiyor musunuz? Ben de İslâm oğlu Ömer, İslâm oğlu Selman’ın kardeşiyim.” dedi.
Peygamber Efendimiz (sav), “Selman Ehl-i Beyt’tendir.” buyurmuş ve soy-sopun değil, davaya aidiyetin önemini bize öğretmiştir.
Bir tarağın dişleri gibi
“Renkleriniz ve dilleriniz Allah’ın ayetlerinden birisidir” düsturuyla yaşadığımız bu dünyada, aslî misyonumuzun gereğini kardeşane bir şekilde yerine getirmekle vazifeliyiz.
İnsanlar aynı atadan dünyaya gelmiştir. Zaman ırmağı kendi mecrasında akarken; coğrafya, iklim, beslenme tarzı gibi sebeplerle insan bedeninde oluşan şekli farklılıklar ile dil ve renk farkları, aslında bir nevi gök kuşağı üzerinde oluşan renklerin çeşitliliğidir. Görülen renk cümbüşü bu güzelliğin bir tezahürüdür. Bunu bir ayrımcılık veya üstünlük sebebi görmek, hastalık işaretidir. Irkçılık kardeşliği zedeleyen bir düşmandır.
Biz ‘bir tarağın dişleri gibi’ eş değerli olmayı öğrenerek başladık hayata. Eşitlik değil “eş değerli” diyorum, zira hepimizin fiziki yapısında farklılıklar olabilir.
Modernizm özü itibariyle, parçalara ayırarak yönetmeyi esas alarak, bölünmeyi zihinlerde kurgulayarak bize ayrımcılığı dayattı. İnsan, kardeşini tehlike olarak, düşman olarak veya öteki olarak görmez, görmemeli.
Malcolm X; “Biz Amerika’ya getirilmeden önce zenci değildik, herkes gibi insandık, bize zenci olduğumuz burada öğretildi.” Derken, aslında bunu söylüyordu.
Eskiden din kardeşliği ve insani yönden eşitlik üzerinden konuşurduk ve birbirimizi anlar, severdik. Şimdi göreceli bir kavram olan ırkçılık üzerinden konuşanlar yanlışa düşüyor.
Millîlik ırkçılık değildir
Bitlis yöresinde eskiden beri kullanılan “Vatanını imanla sev.” düsturu çok önemlidir. Bu vatanı imanla ve aşkla bize emanet edenler, kan bağıyla değil, iman bağıyla, omuz omuza mücadele ederek burayı yurt edindiler. En son Çanakkale savaşı ve kurtuluş mücadelesinde olduğu gibi, onlardan bize miras kalan bu Aziz Vatanı, kötü bir mirasyedi gibi tüketerek değil, gelecek nesillerin bizdeki emaneti olarak görüp geleceğe taşımalıyız.
Her kavmin müsbet veya menfi bazı hususiyetleri vardır. Bunları yok saymak veya tehlikeli görmek doğru değildir. İnsan, yaratılış itibariyle hayra da şerre de meyyal yaratılmıştır. Bu hâli bir realite olarak görmeli, müsbet özellikleri teşvik ederken, menfi özellikleri ise uygun bir metot ile değiştirme gayreti içinde olmalıyız.
Müslümanlığın kardeşliği esas alan bir inanç iklimi oluşturduğunu esas alarak, birlik, yardımlaşma ve dayanışma içinde geleceğe yürümek için öncellikle kalplerimizi birbirimize açmalıyız.
Millî duyguları coşkun kişiler, kendi milletini sever, milletinin müsbet değerlerini taşır, oraya ait olmayı ister.
Irkçı olanlar ise kendi milletini sevmeyi değil, başka milletlerden nefret etmeyi, başkasına ait güzellikleri yok etmeyi ister. Hoşgörüsüz davranır, imkân bulursa fizikî baskı kurar, farklı fikirleri zorbalıkla boğmaya çalışır.
Kendine ait güzellikleri savunmak yerine, başkasının güzelliklerini bozmayı arzular.
Müsbet milliyetçilik
Millet ve Milliyetçilik, müsbet manada önemlidir. Çocukluğumuzda gittiğimiz sıbyan mekteplerinde, “Hz. İbrahim’in Milletinden” olduğumuz öğretildi. Anadolu’da “Aslını inkâr eden, haramzadedir.” denir. Evet, biz, ait olduğumuz coğrafyayı da, o coğrafyanın kaderini de, baş tacı biliriz.
Mensubu olmakla iftihar ettiğimiz bu aziz milletin, tarih boyunca yürüdüğü medeniyet ikliminden ve inanç değerlerinden doğan tüm güzellikleri baş tacı ederiz. Ancak bu sevgimiz, diğer kavim ve toplulukların sahip olduğu değerleri talan etmeyi, yok saymayı gerektirmediği gibi onlara düşman olmamızı da gerektirmez. O sebepledir ki; biz insanı aziz biliriz, insan büyük bir varlıktır, onu sever, ona saygı duyarız. Eksiği, kusuru, hatası sebebiyle onu kötülüğe terk etmediğimiz veya etmememiz gerektiği gibi, kendi tercihiyle oluşmayan ırk ve kavim aidiyeti sebebiyle de onu suçlamayız, suçlayamayız.
Bu ülkenin tüm etnik yapılarını tek bir millet, tek kalp, tek yürek yapan İslamiyet’tir. Kanla, kafatası şekliyle, DNA örneklerinin eşleşmesiyle oluşan bir birlik değildir bu. “İnananlar kardeştir.” ayetinin birleştirdiği gönüllerde oluşmuş bir kardeşliktir.
Unutmayalım ki bu topraklarda ırmaklar tabii mecrasında aktığı müddetçe daima İslâm’a doğru akmaktadır ve akacaktır. Eğer bu ırmaklar önünde kurulan barajları ve bu barajların biriktirdiği enerjiyi tehlike olarak görenler varsa, onlara tavsiyemiz, bunu bir tehlike olarak görmesinler. Biriken bu enerji de daima birlik, yardımlaşma ve dayanışma için bir imkândır.
-Selim Cerrah