Mustafa Karakaş: Türkçülük ve İslamcılık muhabbetimize, sizin de bizzat tecrübe ettiğiniz dönemlerden konuşarak başlayalım dilerseniz. Yani, ideaolojik kamplaşmanın had safhaya çıktığı zamanlardan…
Mehmet Fatih Can: Eyvallah. O halde biraz eskilere gidelim… Çocukluğumun geçtiği Trakya’da, Atsız tipi Türkçü tarafının ağır bastığını büyüyünce anladığım bir abi; galiba Müftü çocuğu olduğum için olsa gerek, beni ne zaman görse, “Söyle bakalım Türk müsün, Müslüman mısın?” diye takılırdı. “Bunda ne var? Hem Türküm hem Müslümanım elhamdülillah…” kalıbındaki cevabım üzerine, çocuk kafamı karıştırmak için; “İki karpuz bir koltuğa sığar mı?” diye devam eder; “Şart mı? Birini bir koltuğa diğerini de öbürüne…” cevabım üzerine pes etmez; “Peki, önce hangisi?” diye ısrarcı olurdu.
Göğsümü kabartarak; “Önce Müslümanım sonra da Türküm” deyince de; “Olmaz! Önce Türklük, sonra Müslümanlık…” der; mukabil itirazımı beklemeden; çocuğa bak havasında gülümseyerek uzaklaşırdı.
1970’li yılların Türkiye’si böyleydi. Necip Fazıl, Peyami Safa gibi kalemşörler bile 1950’li yıllarda; “Önce Türk müyüz müslüman mı?” tartışması etrafında ne rüzgârlar estirmişlerdi. “Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslüman!” sloganı, bu fosil muammayı (!) çözmek isteyen Osman Yüksel Serdengeçti merhumun bulduğu harika bir çözümdü; epey tutmuştu da…
“Kimin milletindensin?”
Annelerimizin önünde diz kırıp iptida; “Rabbin kim? Rabbim Allah” sorusuyla talimi başlayan geleneksel “İlmihal” dersinde öğrendiğimiz diğer soruların cevabı; hayata attığımız adımlar arttıkça karşımıza çıkan türlü ideolojik kalıpların cenderesinde pestillenmiş cevaplara benzemiyordu.
Rabbin kim sorusunu takip eden, “Kimin kulusun? Allah’ın kuluyum. Kimin ümmetindensin? Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi vesellemin ümmetindenim. Kimin milletindensin? Hazreti İbrahim’in milletindenim…” soru ve cevapları, sabi zihnimizin pak “tabula rasa”sına ana kucağında hakkedilmişti.
Daha ilk adımda kişiliğimize nakşedilen “kul”, “ümmet”, “millet” gibi kimlikler, büyüdükçe bambaşka anlamlar yüklenmiş olarak karşımıza dikiliyor, zihinlerimizi allak bullak ediyordu.
Henüz rüştüne baliğ olmamış Türkiye’nin delikanlılık çağını idrak eden bir ferdi olarak savruk memleketimde Türkçüler vardı; Ümmetçi Akıncılar, İslamcılar, Geleneksel Müslümanlar, Modernist Müslümanlar vardı. Ülkücü Milliyetçiler, Kültürel Milliyetçiler, Atatürk Milliyetçileri vardı. Türk İslam sentezcileri, hatta Kürt İslamcılar vardı…
Yetmezmiş gibi bunların çeşit çeşit alt versiyonları, şubeleri de mevcuttu.
Eshab-ı yemin (!)
Rejimin asli unsuru olan azınlık, hepsini birden “Sağ” damgalı çuvalın içine tıkar, kafa konforunu bozmak istemezdi. Orta şeritten giden eyyamcı kadrolar için frekans karıştırmayan pragmatik işlevselliğiyle “Sağcı-Solcu” etiketleri hayli kullanışlıydı. 12 Eylül rejiminin “Bir Sağdan bir Soldan…” dengeciliğini hatırlayanlar, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır.
Belki de haklılardı. O tarihlerin Türkiye’sinde bu kakafoninin içinden çıkacak, ne kafa yapısı, ne kaynak ne de yetişmiş bir “intelligentsia” mevcuttu. Hepsinin üstüne “Sağcı!” damgasını vurdun mu, anlama zahmeti kolayca giderilmiş olurdu. Çok renklilik zaten sinir bozucu bir şeydi. “TeReTe”miz bile siyah beyazdı. Sol için de aynısıydı. “Bölücüler” bile bu parantezin içinde değerlendiriliyordu. Selameti, idare-i maslahatta bulan lümpen takımın çözümü ise harikaydı: “Ağbi, ne Sağcıyız ne Solcu, futbolcuyuz futbolcu!..
Din gayreti, vatan aşkı…
Ne var ki zatının bu şablon içinde tanımlanmasına şiddetle karşı çıkanlar olduğu gibi memnun olanlar da bulunurdu. Hatta “Cuma cemaati” diyebileceğimiz kesimler “Sağcı” terimini; Ahiret’de defteri sağından verilecek “Eshab-ı yemin” sınıfından addederek, manevi bir hazla sahiplenirlerdi bile…
Aslında terimin patenti Batılılara aitti. Sermayecilik, tekelci kapitalizm, aristokrasi, burjuvazizm, modernizme muhalefet, kilise değerleri, conservatism gibi anlam paketleri içinde pazarlanıyordu. Batı Sağı’nın en marazi uzvu olan Faşizm’in kutsal şef, kutsal teşkilat, kutsal söylev, demir disiplin, sorgulanamaz otorite, kooperatifçilik gibi bazı kavramları da bunların peşine takılırdı. İkinci harbin nihayetinde Batı kendi içinde mecburen bir “değerler ayarlaması” yapınca gözden düşmüş; lakin bir gün lazım olur vehmiyle derin dondurucuya atılmıştı. Faşistler vatana aşık insanlardı ama insandan nefret ederlerdi. O yüzden kısa bir süre hariç bizde de tutmadı. Fakat Ülkücüleri hedef alan, “Kahrolsun Faşizm! Faşizme ölüm!” sloganları eşliğinde, duvarlarda bir müddet yaşamaya devam etti…
Batılı düşünceyi ve onun tarihsel evrimlerini anlamada işe yarayan bu kavram, tıpkı “Sol” kavramı gibi, zihniyet dünyamızın sınırlarına dahil olur olmaz olağanüstü kırılmalara maruz kalıyor; tamamen yerli, milli ve Türk’e has bir anlama bürünüyor; istisnalar hariç; “din gayreti; vatan, millet, bayrak aşkı”nın ideolojik etiketi oluyordu.
Allah’ın kulu, Hazreti Muhammed’in ümmeti, Hazreti İbrahim’in milleti öğretisiyle ruhu mayalanan millet, kendine dayatılan modern ideolojik kalıpları reddedemese de içine girebileceği bir şekle büründürüyordu.
Akültürizasyon…
Mustafa Karakaş: Bu nev-i şahsına münhasır duruma teorik bir izah getirebilirseniz, aydınlatıcı olacaktır. Batı kültür ve dünya görüşünün tesirinde kalan toplumumuzun yaşadığı tecrübeyi, Milliyetçilik ve İslamcılık özelinde izah eder misiniz.
Mehmet Fatih Can: Türkler, sömürgeci Avrupa’nın peşine taktığı ideolojilerle en erken 19. yüzyılda tanıştı. Bu ideolojilerden biri de Milliyetçilikti. Milliyetçilik ideolojisi Osmanlılarda; “akültüratif” yani “bir kültürün ya da bir kültür öğesinin başka bir kültürle ilişkiye girmesi sonucu, her ikisinin de değişmeye uğraması, kültürleşme, kültürel edinme” şeklinde bir ideoloji olarak tesir icra etmeye başlamıştı.
Ancak Osmanlı toplumunda, Batı tipi milliyetçiliğin aynı muhteva ile kök salabileceği bir arka plan bulunmuyordu. Yani, Avrupa’yı milliyetçilik ideolojisine mecbur kılan alt üst oluşlar, bizde söz konusu bile olmamıştı. Ama ne var ki kavram, bir şekilde sınırlardan içeri sızmış bulunuyordu. İşte bu safhada, Osmanlı düşüncesi, Milliyetçilik adıyla karşılaştığı ideolojiyi asli düşünce kimyası içinde sentezlemeye başlıyor; yani İslam’ı, bu nevzuhur ideolojinin “ana unsur”u haline getiriyordu. Böylece milliyetçilik ideolojisini akültüratif, İslam’ı yerli unsur kılıyordu. Avrupa tipi milliyetçilik devşirilmişti…!
Aslında, erken İslamcılık dediğimiz modern ideoloji de böyle bir formasyondan neşet etmişti. Bu, dinin, ideoloji dediğimiz form içerisinde yeniden sistematize edilmesi demekti. Melezdi, sentetikti. Burada “ideoloji” nedir deyip bir yığın felsefi tarif sıralamak istemem ama en basit tanımıyla; “fikir ve fikirlerin bilimsel incelenmesi, fikri yapılar, semboller” denilebilir. Ayrıca “tarihsel bir kategori”dir. Yani böyle bir kelimenin modern öncesi toplumlarda karşılığı yoktur.
Ezcümle necip milletimiz, Milliyetçilik vs. gibi ideolojileri, İslam dininin mayaladığı bünyesine farklı adaptasyon süreçleri içinde ve devşirerek, yerlileştirerek intibak ettirmiş oluyordu.
Kan özdeşliği, din kardeşliği…
Mustafa Karakaş: Peki, biraz daha geriye gidip İslam’ın doğuşundan itibaren ele alırsak, millet ve kavim kavramlarının değişim ve gelişimlerini nasıl izah edebiliriz?
Mehmet Fatih Can: İslam, hakikaten etkili bir dönüştürücüydü. Cahiliye dönemi Araplarının Arap-Acem ayrımcılığı şeklinde tezahür eden etnikçi katılığı, Resulullah’ın getirdiği İslam nizamı içinde eriyince “Müslim-Kafir”; veya daha kapsayıcı şekliyle “Ümmet-i İcabet; Ümmet-i davet” mefhumlarının dönüştürücülüğüyle bambaşka bir zihniyet haritası ortaya çıkıyordu.
Bu haritada kavim, kabile gibi yer işaretleri yerli yerinde duruyor, lakin haritaya anlamını veren faktör olmaktan uzak tutuluyordu. İbni Haldun’a inanacak olursak Halife Hazreti Ömer, Araplara, “Soyunuzu öğrenin; asılları sorulduğunda şu ya da bu köyden geldim diye cevap veren Mezopotamyalı Nabatiler gibi olmayın.” diyormuş…
Bir başka ifadeyle, kan kardeşliğinin (ırki özdeşlik) üstüne, onu imha etmeden ama belli bir meşruiyet de lütfederek konan inanç kardeşliği (“Muhakkak ki Müminler kardeştir.”); toprağa değil soya bağlı yapılarıyla, aşiret aritokrasisi şeklinde varlık sürdüren; aidiyetini coğrafyayla tanımlamayı küçültücü bulan; ötekini mevali, köksüz diye hor gören hatta “lisanında coğrafyasını betimleyen bir kelime bile bulunmayan” Arap kavmini; insanlığın içinden seçilmiş, çıkarılmış seçkin topluluk manasındaki “dini-siyasi ümmet” toplumu olmaya çok çabuk ikna etmişti.
Dinin bu kategorizasyonundan yeni kavramsallaştırmalar da çıkıyor; mesela dünya “Daru’l İslam – Daru’l Harb” şeklinde bir ayrımla yeniden yorumlanıyor, hatta buradan bir “hukuk” istinbat ediliyordu.
Osmanlılar ve asabiye…
İslam’ın coşkun ve müteal ifadesini dünya tarihinin en geniş zamanlarına yayan Osmanlılar da, asli unsur olarak “boy”larını, “soy” larını biliyor; kimlik bahsinde Müslüman Arapların benimsediği gibi “Ümmet” vasfını birinci sıradan merkeze alıyorlardı. Daru’l Harp ve Daru’l İslam kategorisini aynen kabul eden hukukları gereği, müslüman karşıtı anlamında “Kafir” (Harbi) ve Zımmi (Tâbi Kafir) kavramlarını da hayata geçiriyorlardı.
Zımmiler kafir kabul edilmekle birlikte, Daru’l İslam’da belli bir kontratla yaşadıkları için egemen unsur ile; “cizye” denilen ve kendilerine belli muafiyetler sağlayan bir çeşit himayelik vergisi vererek, hür bir yaşam sürüyorlardı. Bir şey daha vardı ki Osmanlılar, bizim İlmihal kitaplarındaki “millet” kavramını aynı manada sistemleştiriyor; dini unsurları “millet” tabiriyle tanımlandırıyorlardı. Yani İslam milleti, Yahudi milleti, Millet-i Nasara gibi.
Milliyetçilik, dün de bugün de İlmihal kitabından öğrendiğimiz; Hazreti İbrahim’in milletinden olma bilgisini boşa çıkarmayacak bir mana içerisinde ve ondan türeyen şekliyle; dini tedaisi baskın bir asabiyeyi ifade ediyordu. (Burada asabiye kavramını Von Kremer’in anladığı şekilde yani “milliyetçilik duygusu” olarak kullanmayı tercih ediyorum).
Ulus…
Bu çağrışımı sebebiyle idi ki erken Cumhuriyet’in ideologları, kelimeyi bu anlamından kurtaramayınca yeni bir kavramı; “ulus” kavramını tedavüle sokacaklardı. Böylece kavram laikleşmiş olacaktı. N. Hikmet; “Düşmanım asalete kelimelerde bile…” derken milliyet kelimesinde olduğu gibi dini çağrışımlı kelimelerimizi kastediyordu. Fakat ne yaparlarsa yapsınlar boşunaydı. B. Lewis’in tespitiyle, “İslamlığı kabul eden uluslar arasında hiç biri, kendi ayrı özdeşliğini İslam ümmeti içinde eritmekte Türklerden daha ileri gidememişti… Onlar, Türk ile Türk olmayan arasına hiçbir ırk engeli koymamışlardı…”
Osmanlılar elbette asli unsur olarak Türklüklerinin farkındaydı. Fakat bunu ibraz ihtiyacı duymuyorlardı. Kan temelli bir bilinç onlara çok yabancı geliyordu. Ev sahibi ayrıca bu ev benim demezdi. “Diğer”lerine ayıp olurdu.
“Elhamdülillah Türküm!”
Mustafa Karakaş: Hocam bir de Türklük kavramının kendine has bir mana derinliği var. Buradan hareketle, İslamcılık ve Milliyetçilik, iddia edildiği üzere, sizce birbirine uzak görüşler midir?
Mehmet Fatih Can: Enteresandır. İslam’ı Osmanlı fetihleri üzerinden tanıyan ve ihtida eden Balkan ve Güney Doğu Avrupa ulusları, yeni dini kimliklerini Türk kelimesiyle ifade etmeyi tercih etmişlerdi. Bir Arnavut Müslüman, dinini soranlara; “Elhamdülillah Türküm” demekte; Boşnak İlmihali’nde; “Kalu beladan beri” diye cevaplanan soru; “Ne zamandan beri Türksün?” şeklinde yer almaktaydı. Türk’ün din değiştirenine “Türklükten çıktı!”; gavurun Müslüman olanına ise “Türk oldu” denilmekteydi. Yahudilik hariç, dünyada hiçbir ulus, ırki kimliğini dini kimliğiyle bu derece aynileştirememişti.
Bu gerçekler, bazılarının iddia ettiği gibi müslümanlığın ırki kimliği asimile ettiği gibi bir tefsiri doğru çıkarmaz. Aksine, problematiğe; kaderin tayin ettiği gayrı iradi ve henüz kuru kimliğe, tercihin belirlediği iradi kimliğin ruh katması, şahsiyet aşılaması olarak yaklaşmak isabetli olacaktır. İslam fıtrata muhalif olamaz. Zaten o fıtri kimliği takdir eden, dinin sahibidir. Ve insanoğlunu kavimler meşheri yapmayı o irade buyurmuştur.
Son olarak, modern dalgaların sahillerimize bıraktığı, son hece olarak -cı, -ci, -cılık, -cilik eklerini alarak kavramsallaşan Milliyetçilik de, Ümmetçilik de, İslamcılık da birer ideoloji olmak hasebiyle, normatif tarafları güçlü akımlardır. Yüzeyde; çokça dayatmacı, biraz davetçi taraflarıyla nispi bir benzeşme; kendi içlerinde derinleştikçe, köklere nüfuz kıvamlaştıkça derinlerde bir yerde buluşmaya meyyal fikri hareketlerdir.
-Mustafa Karakaş