Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun travmatik yıkılış sürecinde, yabancı bir doktrinle, öncesinin karartıldığı yeni bir başlangıç iddiasına dayandırıldı. Tarihin ve sosyolojinin gerçeklikleriyle barışık yaşaması mümkün görünmeyen bu yeni süreçte; toplumun farklı etnik ve inanç kimlikleri ise sistemle bütünleşemedi. İçeride barışı tesis edemeyen sistem, dışarıda da bağımsız, etkili, belirleyici bir pozisyona oturamadı.
İkinci Dünya Savaşı sonrası koşullarında ise ABD eksenli Batılı sistemin yörüngesine girdi. Merkez-yörünge ilişkisi, bir uydu mesabesinde ve bağımlılıkla yürüdü. “Yurtta sulh, cihanda sulh” retoriği ile kendi meselelerine sırtı döndürülen Türkiye Cumhuriyeti, sınırları dışında da bir meselesinin olmadığına inandırılarak, adeta seksen yıl kuvöze yatırıldı. Bu süreçte Türkiye; darbeler, muhtıralar, anarşi/terör, ambargolar ve krizlerle yarı baygın halde tutuldu ve ‘kötü yönettirilerek sonuç alma stratejisi’nin öznesi haline getirildi.
Süreç nasıl başladı?
Maksadın hâsıl olması açısından, çok geriye gitmeden, on beş-yirmi yıllık geçmişi kısaca hatırlamakta fayda var. 1999 yılında kurulan üç partili koalisyon, 2002 yılına geldiğinde, vesayetçi medya başta olmak üzere, egemenlerin oluşturduğu suni rüzgâra karşın yürüme imkânı bulamadı. Milliyetçi Hareket Partisi/MHP’nin -baraj altında kalma ihtimaline rağmen- aldığı kararla erken seçime gidildi.
Kurucu lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın bir şiir okuma bahanesiyle hapsedilip milletvekili olması engellense de AK Parti, 3 Kasım 2002 Genel Seçimleri’nde, milletin iradesine dayanarak tek başına iktidar olmayı başardı. Ne var ki; AK Parti’nin iktidar olmasına mani olamayan vesayetçi/ cuntacı/ egemen güçler, görünürde meşru her türlü yöntemle AK Parti’nin iktidardan edilmesi için ellerinden geleni artlarına koymadılar. CHP ise ülkeyi daha iyi yönetmek iddiası ile çalışmak/çaba göstermek yerine, bunlarla el ele vermekten imtina etmedi.
Bu süreçte; bir yandan, vesayetçi/cuntacı egemenlerin Müslüman Türk Milleti’nin değerlerine karşı, 28 Şubat süreciyle ayyuka çıkan gayr-i hukuki politikaları ve hasımane tutumları ve diğer yandan buna ironik olarak gösterilen itibar ve itimatla semiren, yüzyılın ihanet projesi Fetullahçı terör Örgütü/FETÖ gerçeğiyle yüzleşti Türkiye.
FETÖ üzerinden iktidarı hedef alan mezkûr güçler, özellikle CHP, FETÖ bir ihanet projesi olarak devlete karşı operasyonlara kalkıştığında bile, onunla ittifak etmekte bir beis görmedi. CHP, 15 Temmuz terörist kalkışması sırası ve sonrasında; niyeti, tutum ve davranışları deşifre olmasına karşın, hala suçunu bastırmak, gerçekleri karartmak için; FETÖ konusunda AK Parti ile ilgili iftiraya varan menfi iddia ve ithamlarını ısrarla sürdürüyor. Hâlbuki FETÖ; devlete yerleşme, gücünü tahkim etme ve nihai olarak Türkiye’nin işgale açık ve hazır hale getirilme stratejisini, AK Parti’nin, gayr-i hukuki/gayr-i meşru saldırılara karşı millet iradesini koruma mücadelesi içerisinde gizledi.
Cumhur İttifakı’nın doğuşu
Arkasındaki emperyal güç merkezleri/ülkeler, onların taşeronu FETÖ’cü teröristler, içerideki aktif/pasif ajanlar ve etki ajanlarının hezimetiyle sonuçlandı 15 Temmuz terörist kalkışması/işgal girişimi. 15 Temmuz gecesinin direniş ruhu/ittifakı, 7 Ağustos’ta Yenikapı’da, yeniden ete-kemiğe büründü. Ülkesinin her sıkıntılı döneminde olduğu gibi, Cumhur ittifakı bir kez daha onuruyla parladı.
15 Temmuz terörist kalkışması/işgal girişiminin bir diğer sonucu da; içeride-dışarıda Türkiye Cumhuriyeti hasımlarını/düşmanlarını deşifre etmesi bakımından turnusol etkisiydi.
Emperyal güç merkezleri ve devletlerin küresel/bölgesel hegemonik politikalarına boyun eğmeyen, verili dünya düzenine C. Başkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde meydan okuyan Türkiye Cumhuriyeti, bağımsız, ilkeli, cesur, onurlu ve kararlı duruşuyla ezber bozdu. Buna karşılık, hibrid/vekâlet savaşlarının bütün aktör ve araçlarıyla, doğrudan ya da dolaylı tehdit ve şantajlarla her cephede saldırılara maruz kaldı ve adeta yeni bir milli mücadele sürecine evirildi.
Tam da bu noktada; Ak Parti Hükümeti’nin doğru, meşru, gerçekçi politikaları ve aldığı kararlarla yürütülen operasyonlar, başta MHP ve Ülkücülerin lideri Sayın Devlet Bahçeli olmak üzere, “milli ve yerli” karaktere sahip her bir kişi ve oluşumun desteğiyle, içeride-dışarıda kurulan tuzakları, kurgulanan senaryoları boşa çıkardı. Türkiye Cumhuriyeti sadece oyunları bozan değil, oyun kuran bir ülke durumuna geldi.
AK Parti iktidarını el birliği ile devirmekten başka bir amacı olmayanların iddia ettiği gibi MHP, herhangi bir siyasi ya da kişisel hesap üzerinden iktidar partisine yaklaşmış, ittiba etmiş değildir. Cumhurun ittifakı, AK Parti ve MHP’nin girişimiyle siyasi boyutta somutlaşmıştır. Milli ve yerli olanlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin beka mücadelesi ekseninde, tarihi, vicdani, ahlaki ve insani sorumluluklarının gereği olarak hareket etmektedirler. Üstelik bu durum bir keyfiyet de değildir. Türkiye Cumhuriyeti’nin beka mücadelesi içerisinde haklı, gerekli, gerçekçi olarak kendiliğinden gelişmiş, gerçekleşmiştir. Bu ittifakta asıl ve belirleyici olan; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve Türk Milleti’nin varlığı, birliği ve dirliğidir. Bu ittifak, bağlantısı ve derdi Türkiye ve Türk Milleti olan seksen milyonun iradesini temsil etmektedir.
Kaşınan kimlikler:
Milliyetçilik, İslamcılık, Kürtçülük
İttifak karşısında, ideolojik kalıplar, vesayetçi/cuntacı/kadrocu dinamikler önce geri çekilmiş olsa da sürecin Türk milleti lehine belirleyicilik potansiyeli, cepheyi bir araya getirmiş ve agresifleştirmiştir.
İttifak karşıtlarınca; geçmişin politik tercihlerine/iş görme yöntemlerine karşı siyaset dilinin eleştiri dozunu aşan veçhesi öne çıkarılmakla birlikte, asıl yapılmak istenen; Milliyetçilik/Ülkücülük, İslamcılık, Türk ve Kürt olguları üzerinden ittifakı ifsad etmek; arayı soğutmak, güven duygusunu aşındırmak, birlik ruhunun bozulmasını sağlamaktır.
Bu yaklaşımlar, başta ahlakilik olmak üzere, ülkenin bekası açısından pek çok yönüyle tartışmayı gerektirecek vahamettedir. Ne var ki bir gerçeği de tartışmasız hale getirmiştir. Bu gerçek; ontolojik olarak ittifakları kaçınılmaz olanların, istişare/ortak akıl mekanizmalarını işe koşmaları, birbirlerini dinlemeleri, duymaları ve anlamaları noktasıdır.
Türkiye bu gün; tarihinin en önemli/keskin dönemeçlerinden birisinden geçiyor. Yapılan her iyi/güzel/faydalı iş, daha fazla sorumluluk ve gayret için başlangıç kabul edilmelidir.
Bu süreçte, özellikle altının çizilmesi gereken garabet; milli ve yerli olan Cumhur İttifakı ile ilgili, Ülkücüler, İslamcılar, Kürtler üçgeninde handikaplar üretilmeye çalışılmasıdır. 2019 seçimleriyle birlikte, Türkiye Cumhuriyeti’ni -dolayısıyla Türk-İslam coğrafyasını- güçlü kılacak ve lider yapacak Başkanlık Sistemi akamete uğratılmak istenmektedir. İçeride ve dışarıda güçlü/lider Türkiye, emperyalistlerin küresel politikaları karşısında en önemli engel olarak görülmekte ve durdurulmaya çalışılmaktadır.
Plan, bu sinerjiyi ortaya çıkaracak gövdenin zayıflatılıp/zaafa düşürülmesi üzerine yapılmaktadır. En çirkin bühtanlardan birisi ise; MHP ile ittifak yapan AK Parti’nin Kürt seçmeni kaybedeceği iddiasıdır. Bu çirkin ithamın/manipülasyonun sahipleri, Müslüman kimlikleri dolayısıyla Kürtlere mesafeli/uzak duran, etnik ayrılıkçılarla ideolojik, örgütlü, psikolojik birlikteliklerini, legal platformda siyasi ittifaka dönüştürecek yeni güzergâhlar arayan, PKK/PYD’ye terör örgütü diyemeyen, emperyal merkezler ile Türkiye hasımlarına teşne olanlardır.
İnananların ittifakı kaçınılmazdır
Ülkücüler, Saltuk Buğra Han’dan beri İl’a-yı Kelimetullah/Nizam-ı Âlem/Kızıl Elma ülküsünün bayraktarı, cihangiri; Alp Eren’lerin varisleri olarak görürler kendilerini. Ülkücü, Türk-İslam Coğrafyası’nın meselelerinin halli, Âlem-i İslam’ın yükselişi ve Allah’ın ismi ve adaletinin cihana hâkim kılınması ülküsünün, medeniyetimizin muazzam müktesebatıyla mümkün olacağına inanır. Müstemleke coğrafyaların tepkisel refleksleri ve müstemleke zihinlerin hastalıklı yaklaşımlarının, İslam Coğrafyası’nın tevhit ve vahdet meselesine çözüm olamayacağı iddiasındadır.
Ülkücüler açısından milliyetçilik, salt bir ırka nispet edilen anlayışa karşılık gelmediği gibi Batılı kaynakların tarifi üzerinden de anlaşılmaz. Ülkücüler için, ırka nispet edilen milliyetçilik anlayışının sahih olmadığı, imanlarının gereğidir. Ötekini dışlamayı, asabiyet taassubunu asla kabul etmezler. Ülkücülerin millet anlayışı Millet-i İbrahim, Ümmet-i Muhammed (sav)’dir. Demem o ki, ülkücüler her müslümanın temel referans ve hasletlerine inanırlar ve bağlıdırlar. Bütün bu gerçekler ortadayken, temel referansları ve kabulleri aynı olan sosyal dinamiklerin ittifak edemeyeceği iddiası; fitnedir, tuzaktır.
Allah Teâlâ: “Allah’a ve O’nun Resulü’ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider/ rüzgârınız kesilir. Bir de sabırlı olun. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 46) buyurmaktadır. Allah (cc) müminleri erdemli bir toplum olarak nitelemekte ve bunun gereği olarak iyiliği hâkim kılmak ve kötülüğü men etmek gibi bir sorumluluk/görev yüklemektedir. Kuvveti elden giden/hayat enerjisi biten bir topluluğun bu sorumluluğun gereğini yerine getirmesi mümkün olabilir mi?
Ayrıştıran ve çatıştıran politik dilin ve kültürün hegemonyasından kurtulmuş bir din ve ahlak kültürü ancak birlik ruhunu yaratabilir. Birlikte yaşam ahlakı ise; ortak insanlık bilincinin ‘fesâd’ sebebi saydıklarıyla mücadeleyi gerektirir. Bizim kültür mirasımız ve tarihi tecrübemiz bu konuda tam bir hazinedir.
Netice olarak; inananların ittifakı kaçınılmazdır. İnançlarının gereği ve biricik sorumluluklarıdır.
-Osman Kaya