SeyrüseferSuat KIR

Ne Mutlu ‘Ben Müslümanlardanım’ Diyene!

1.37BinOkunma

Her ne kadar günümüzde “ulus” olarak anlaşılsa da millet kelimesi aslında “şeriat” ve “din” anlamlarına gelmektedir. Yüce Kitabımızda bir milletten bahsederken, belirli bir şeriate ve dine mensup kişilerden bahsedilmektedir. 

“Millet” tanımlaması, Kur’an-ı Kerim’e göre, bir peygambere inanan ve bu peygamberin getirdiği değerler, idealler ve gelenekler etrafında toplanan cemaati tarif eder. (Uzun, 2013, 10) Bu sebepledir ki Müslümanlar olarak kendimizi, Hz. İbrahim aleyhisselâmın Milleti ve Hz. Mzuhammed sallallâhu aleyhi vesellemin Ümmeti olarak tanımlarız.

Milliyetçilik kelimesine, yine bu kavramsallaştırma üzerinden bakılırsa “bir din ve şeriate bağlı olmak” manasına geldiği görülmektedir. Ulus ise belirli bir kavimden gelen insanlar topluluğunu isimlendirmek için kullanılır, belirli bir dine ve şeriate mensup kişiler için kullanılamaz. Dolayısıyla, bir ulusa bağlılığı ifade etmek için milliyetçilik tabiri kullanılamaz bunun yerine kavmiyetçilik, ulusçuluk veya ırkçılık kelimeleri kullanılabilir.

Irkçılığı cahiliye davası olarak tavsif eden Allah Resulü (sav) kavmi için ölenlerin durumu hakkında şu yakıcı ifadelerle bizleri uyarmıştır; “Kim hevasına uyarak bâtıl yolda cenk eder, ırkçılığa çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa cahiliye ölümü üzere ölür.” (İbni Mace, Fiten, 7)

Sınırları korunan dengeli sevgi

Resûlullah’ın (sav) buyurduğuna göre, kişi kavmini sevdiği için suçlanamaz, Vâsile b. El-Eska’dan nakledildiğine göre; Hz. Peygamber’e (sav), “Kişinin kavmini sevmesi asabiyet/ırkçılık sayılır mı?” diye sordum. “Hayır, asabiyet/ ırkçılık, kişinin kavminin yaptığı zulmüne yardımcı olmasıdır.” diye buyurdu. (Ahmed b. Hanbel, 4/107; Mecmau’z-Zevaid, 6/244). Lakin burada da sevgimizin bir sınırı olduğunu unutmama sorumluluğumuz vardır. Din edeptir, edep ise haddini bilmektir, sınırlara riayettir. Bizlerin milliyetçilik görüşü Müslümanlık sınırıyla limitlidir, bu sınırları aşan milliyetçilik İslam şeriatının dışında kalır. 

Tıpkı Allah azze vecellenin dostlarına olan sevgimiz, Ashab-ı Kiram’a denk olamayacağı, Ashab-ı Kiram’ı ne kadar seversek sevelim, Resulullah (sav) ile aynı derecede sevemeyeceğimiz, Resulullah’a (sav) olan sevgimizin Allah azze vecelleye olan sevgimize denk olamayacağı, dinimiz tarafından belirlendiği gibi kişinin kavmine olan sevgisi de Müslümanlık kimliğinin sınırıyla belirlenmiştir. 

İslam’ı kabul etmiş tüm uluslar, ırklar, kavimler, boylar veya soylar olarak, ruhumuzun kaynağını Müslümanlık olarak kabul ettikten sonra, bütün bu uluslar ancak bu ruhun güçlenmesi, ilerlemesi, yayılması için birbirleriyle kıyasıya yarışa girmekle mükelleftirler. 

Milliyetçiliğin bu sınırlar dışına varan her çeşidi, kalplerde Allah (cc) sevgisi yerine, kavmiyetçilik putuna yer açılması sonucuna sürükleyen hastalıklı hallerdir. Biz soyumuzla, kavmimizle ancak Müslümanlık ruhumuza, kimliğimize olan katkılarımız, gayretlerimiz ve fedakârlıklarımız açısından övünebiliriz. 

Bizim milliyetçilik anlayışımızda, şeriatın hududunu aşmamak, Müslümanlık üst kimliğimizi sınır görmek ve Resûlullah’ın (sav) davasını en ileriye taşımak için diğer tüm Müslüman kavimlerle yarışmak vardır. Bunun dışındaki yaklaşımların, yani kavmiyetçiliğin Ümmet’e ve İslam’a zararını, tarihte yaşanan acı hatıralar gözler önüne sermiştir.

Uluslar İslam’la şeref bulur

Milliyetçilik düşüncesine, menfi ve müspet olarak iki farklı ideolog üzerinden misal verebiliriz. Şeriatın sınırına riayet ve riayetsizliğin insanı hangi noktalara götürdüğüne bu şekilde vakıf olabiliriz.

Türkçülük hareketinin ideologlarından Nihal Atsız, Ötüken Dergisi’nde “İslamiyet, Türkler sayesinde yaşadı ve yükseldi. İslamiyet Türkleri değil, Türkler İslamiyet’i yüceltti. Biz İslam olmadan önce de büyüktük. Keramet İslamiyet’te olsaydı her Müslüman millet yükselirdi.” ifadeleriyle ortaya koyduğu milliyetçilik kimliği, duygusu, Müslümanlık üst limitini aşmıştır. Yine aynı isim, aynı dergide, daha da ileri giderek Kur’an-ı Kerim’in (Hz.) Muhammed’in (sav) “talimatları” olduğunu yazar. Bu düşünceler -haşa- Hz. Âdem aleyhisselamı ve Hz. Havva’yı reddetmeye kadar gider. Hz. Musa’nın (as) “Yahudi Kralı” olduğu düşüncesine sahiptir ve Türk milletinin onları Peygamber olarak görmesine karşı çıkar. (!)

Buna karşın, Büyük Doğu düşüncesinin Mimarı Necip Fazıl Kısakürek’in milliyetçiliğe bakışı, “Biz, Türk’ü Müslüman olduğu için sevecek ve Müslümanlığı nispetinde değerlendirecek bir milliyetçilik anlayışı peşindeyiz.” şeklindedir. Ve N. Atsız’ı İslam’a, “Milletimin dinidir; hürmet ederim” ifadesi üzerinden ciddi manada eleştirir, “Ya milletinizin dini Şamanlık olsaydı?” cümlesiyle bu düşünceye cevap verir. Ve ekler, “Eğer gaye Türklükse mutlaka bilmek lâzımdır ki, Türk Müslüman olduktan sonra Türk’tür.”

Kavmiyetçilik ayaklarımızın altındadır!

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz (sav), “Ey insanlar! Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır, Allah’tan korkmaktadır. Allah (cc) yanında en kıymetli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.” buyurmuşlardı. Son dönemlerinde, önemine binaen Veda Hutbesi’nde, Müslümanların kulaklarına küpe olacak bu cümlelerle “kavmiyetçiliği” yasaklamışlardır.

Efendimizin (sav) Ümmetinin arasında, hiçbir ırkın veya rengin, diğerine üstünlüğü gibi bir durum düşünülemez. Üstünlük ancak takvadadır; bu da haramlar bir yana, şüpheli şeylerden dahi kaçınmak, her işinde Resûlullah’ın Sünnet-i Seniyyesi’ne göre hareket etmektir. 

‘Akrabalık bağlarını bile koparacaksınız öyle mi?’

Özet olarak; İslam, ırkı, kavmi yok saymaz, ırkçılığı, kavmiyetçiliği dava olarak görmeyi yasaklar. Mü’minler Kur’an-ı Kerim’de görüldüğü üzere, akrabalık bağlarının kesilmesi hususunda uyarılmışlardır: “…Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan korkun da, akrabalık bağını kesmekten sakının.” (Nisa, 1) 

“Demek, sizler idareyi ele alırsanız; yeryüzünde fesat çıkaracak, akrabalık bağlarını bile koparacaksınız öyle mi?” (Muhammed, 22) ayetiyle Mü’minler, münafıklar menfi misal gösterilerek, böyle bir tutum olması durumuna karşın, sert bir şekilde uyarılır. 

Binaenaleyh kişi kendi ailesini, sülalesini ve kavmini Müslümanca sevmelidir. Bunu yaparken, kendi ırkını diğer ırklara üstün göremez, ırkını dini haline getiremez, ırkını putlaştıramaz. Her şeyde olduğu gibi bu sevgide de dinimizin koyduğu sınırları korur. Ayrıca, Müslüman için hangi kavme dâhil olursa olsun Müslüman olan kişi olmayandan evladır.

Yerlilik ve Millilik nedir?

Son zamanlarda sıkça vurgulanan “Yerlilik ve Millilik” meselesini de açıklığa kavuşturmak yerinde olacaktır. Öncelikle “Millilik” kelimesine değinecek olursak bu kavramın içini, Türkiye’de en etkin şekilde doldurmuş ve sonrasında da tabana yaymış olan Rahmetli Erbakan Hocadır. Kurmuş olduğu hareketin ismi olan “Milli Görüş” kavramsallaştırmasındaki “Milli” kelimesini açıklarken, başlangıçta tanımladığımız gibi Kur’anî bir tanımlama olan “Millet” kelimesinden geldiğine vurgu yapar. 

Yani, Peygamberimize (sav) inanan ve Peygamberimizin getirdiği değerler, idealler ve gelenekler etrafında toplanan, yine Erbakan Hoca’nın deyimiyle, “Her şeyin İslamcasını isteyen, İslamca konuşan ve İslamca yaşayan” bir topluluk olmaktır. Milli olmak, milletin maddi ve manevi değerlerine sahip çıkmak, onları savunmaktır. Milletimizin değerleri de, hem tarihimizdeki önderlerin hem de yaşayan milletimizin irfanına, değerlerine, dünya görüşüne sahip çıkmaktır. Yani, Büyük Doğu Mimarı’nın deyimiyle milletin mukaddesine sahip çıkarak “mukaddesatçı” duruş sergilemektir. 

“Yerlilik” ise yukarıda tanımlamasını yaptığımız Müslümanlık haddini sınır olarak kabul eden, kavmiyetçiliğe varmayan milliyetçiliktir. Üstadın Büyük Doğu Dergisi’nde belirttiği “Mukaddesatçı ve Milliyetçi gençlik” bugünkü “Yerli ve Milli gençliktir.” Bin yıldır üzerinde bulunduğumuz ve yalnız İ’layı Kelimettullah (Allah’ın adını yüceltmek) için sancaktarlık görevini yürüttüğümüz bu topraklarda, köklerini yok saymamak, “istikbalin köklerde” olduğuna inanmaktır. 

Bu bayrağa, bu vatana, bu vatanın değerlerine sahip çıkmaktır. Bayrağımızı “ay yıldız” olarak değil; “hilal yıldızlı al bayrak” olarak görmektir. Bu vatanın dışındaki düşmanlar tarafından yönlendirilmemek, yönetilmemek ve onların kuklası olmamaktır. Ümmet’in bütün sıkıntılarını, kendi evinde yaşanan sıkıntılarmışçasına derinden hissetmektir. Bu sıkıntıların çözülmesi için takatinin sonuna kadar mücadele etmektir. 

Hulasa; Müslümanların yaşadığı her yer bizim vatanımız; devletimiz Türkiye’dir. Değerlerimizi, Mekke’den, Medine’den, Şam’dan, Buhara’dan, İstanbul’dan alırız anlayışı, Yerli ve Milli anlayıştır.

-Suat Kır