Müslüman olmak iman etmeyi zorunlu kılar. Lakin, iman etmeden önce bilmek gerekir. Önce bilirsin, sonra iman edersin, ardından bilip iman ettiğinin gereği olan ameli yerine getirirsin. Bu amel, gerektiğinde ibadet, gerektiğinde muamelat veya ahlak olur.
Sıralama bellidir: Bilmek, iman etmek, amel etmek; yani bilgi, iman, eylem… Ama bunlar öyle gelişigüzel olmaz. Bilmek “usûl” ile olur. O yüzden büyüklerimiz ‘ilim usûldür’ demişlerdir. Bu, bilgiyi (burada malumat seviyesindeki bilgi kastedilmektedir) ancak usulle ele alırsanız ortaya ilim/bilim çıkar demektir. Aksi takdirde elinizde malumat olarak kalır, yani bilgi yığını…
Bu din bize bir ilim, irfan ve hikmet geleneği olarak ulaşmıştır. Bizim yolumuzun temeli, o büyük geleneğimizdir.
Bu bağlamda, âlimlerimizin yüzlerce yılda geliştirdikleri Usûl’e dayanarak meseleyi biraz açmaya çalışalım. İslam öncelikle şu iki kaynakla tarif edilir: Kur’an ve Sünnet. Bunlar sabitelerdir. Yani, Usûl’e göre söylersek, değişmez iki delil. Bir de yine, Usul’e göre zikredersek değişen deliller; icma, kıyas ve diğerleri. Bunlar sabite seviyesinde değildirler, değişirler. Mecelle’deki evrensel ilkelerden ‘zamanın değişmesiyle, hükümler de değişir’ ilkesi buradan beslenir.
İslam Bir Bütündür
Beraberinde İslam şu dört kavramla ifade edilir: İtikat, ibadet, muamelat ve ahlak. Bu dört kavram birbirlerini bütünleyen, Müslüman hayatının tamamını kuşatan ve anlamlı kılan kavramlardır. Biri olmadan diğerleri anlamını kaybeder. Mesela; ahlakınız olmadan ibadetiniz anlamını yitirir, muamelatınızda hassas değilseniz ahlaktan bahsedemezsiniz, itikadınız sahih değilse diğer üçü buharlaşır, itikadınız sağlam ama ibadet etmiyorsunuz veya bu muamelatınıza ve/veya ahlakınıza yansımıyorsa, sizin itikadınız nedir?
Bir büyük hazine olarak bize kadar gelen bu geleneğin dayanağı, Hz. Peygamberin Sünneti ve Kur’an-ı Kerîm’dir.
İslam’ın bir başka tarifi ise Hakk’ı tazim ve mahlûka şefkattir. Müslüman insanın insanlığı da Müslümanlığı da her zerresi ile Hakk’ı tazim etmeli, yüceltmeli ve hiç bir ayrım yapmadan mahlûka, yaratılmışa şefkatin timsali olmalıdır. Bizim ilim, irfan ve hikmet geleneğimiz böyle söyler.
Bir diğer yaklaşımla İslam, şu dört mertebe ile anlatılır: Şeriat, tarikat, marifet, hakikat… Bir kapıdan girer, diğerine geçer Müslüman. Hep bir öncekini ve öncekilerini muhafaza ederek diğerine, diğerlerine yükselir. Şeriatsız tarikat olmaz, marifet olmayacaksa tarikat, hakikat olmayacaksa marifet nafiledir. Kabuktan öze miraç mücahedesi…
Öz olarak İslamiyet budur. Bu din bize bir ilim, irfan ve hikmet geleneği olarak ulaşmıştır. Bizim yolumuzun temeli, o büyük geleneğimizdir. Bir büyük hazine olarak bize kadar gelen bu geleneğin dayanağı, Hz. Peygamberin Sünnet-i Seniyye’si ve Rabbimizin kelamı Kur’an-ı Kerîm’dir.
Bu çerçevede, Kur’an ve Sünnet’ten neşet eden büyük ilim geleneğimizin mütemmim cüzleri olan fıkıh, tefsir, hadis, kelam, fıkıh usulü, tefsir usulü, hadis usulü gibi ilimlerimiz vardır. Özellikle, usul ilimleri bize çok büyük imkânlar sunar. Dinimizi hükümleriyle, deliliyle, illetiyle, hikmetiyle ve ruhuyla anlamak, tam idrak edebilmek için bize çok büyük ufuklar açar.
Din Herkese Adildir
İlim geleneğimiz içinde hikmet-i ahkâm veya hukuk felsefesi diyebileceğimiz, dini hükümlerin hikmetini anlatan ve Mekasidu’ş Şeria olarak adlandırılan bir ilim daha vardır ki, bu ilim dinin maksadını ve hedefini; insanların can, mal, namus (zürriyet, nesil), akıl (düşünce) ve dinlerini (inanç) emniyet ve teminat altına almak olarak belirler.
Dinimizin de, bizim de gayemiz budur. Kim olduklarına, din, dil, ırk, renk, cinsiyet, ideoloji, siyasi görüş, dünya görüşü, hayat tarzı vb. şeylerine bakmaksızın insanların can, mal, namus, akıl ve dinlerini teminat ve emniyet altına almak, bunların dokunulmaz halde varlıklarını sürdürebilmelerini sağlamaktır.
Allah’ın (cc) Rahman ve Rahim olmasının manası budur.
Allah’ın, sadece ona inananların değil de âlemlerin Rabbi olmasının manası budur.
Hz. Muhammed’in (sav) âlemlere rahmet olarak gönderilmesinin manası budur.
“Mazlumun dini sorulmaz.” kelam-ı kibarının manası budur.
İslam’ın ve insanın gaye ve davasının; kim olduklarına bakmaksızın tüm insanların can, mal, namus, akıl ve dinlerini teminat ve emniyet altına almak, bunların dokunulmaz halde varlıklarını sürdürebilmelerini sağlamak olduğu gerçeğini idrakimizden kaçırdığımızda; bir tarafta DAEŞ, öbür tarafta FETÖ gibi dini dâhil her şeyi ifsad edici terör örgütleri, emperyalist uşakları çıkar.
İslam’a Modernizm’den Bakanlar
Yahut insanlar kendilerine Müslüman derler ama işte görürsün ki, Sünnet-i Seniyye’yi reddederler. Bunu da din adına yaptığını söyler ama bu çok açık şekilde Modernizm adına yapılan bir şeydir. Orada kalmaz, İslam’ı reforme etmeye, İslam’dan bir Protestanlık çıkarmaya çalışır.
Bilmez ki, İslam reform gerektirmez, çünkü kendi içinde tecdid ve ictihad mekanizmaları vardır. Bize bir reformasyon ve Protestanlık gerekmez,
çünkü biz Hristiyan ve dahası Katolik değiliz. Bu, sözde dinî gayret, çok çelişkili bir şekilde, biraz daha üstelersen, materyalizm adına sergilenmiştir; ama bunu fark etmez, çünkü kendi niyetinde, kendi dinine hizmet, dinini yaşamak vardır(!)
Bazıları Sünnet-i Seniyye’yi reddeder, bunu da din adına yaptığını söyler ama bu Modernizm adına yapılan bir şeydir. Orada kalmaz, İslam’ı reforme etmeye, İslam’dan bir Protestanlık çıkarmaya çalışır.
Hurafeye Sapanlar…
Ya da öbür taraftan birileri, bunun tam zıttı olarak, ben Sünnet’e sarılıyorum, bu iki temel kaynaktan, fıkıh usulü tabiriyle söylersek, bu iki delilden hareketle dinime sahip çıkıyorum derken, hurafeleri din olarak görmeye başlar. Din nedir, Hurafe nedir ayıramaz. Kur’an’dan söylüyorum derken, sana İsrailiyat* okur. Sünnet’ten okuyorum derken âlimlerin, muhaddislerin, büyük ulemanın “mevzu rivayetlerdir” dediği metinleri sahihmişçesine alır, kendine din yapar. Ehl-i Sünnet derken, sana Cebriye okur.
Bir diğeri, Cebriyeye düşmeyeceğim der, gider Mutezile anlatır. Yahut bir başkası, gelir sana Şia methiyesi düzer, Neo Safevilik yapar. Ardından Neo Vahhabilik mi istersin, Kadıyanilik mi, yoksa Bahailik mi! … Eğer dinin özünü yani hikmet-i ahkâmı/Mekasidu’s-Şeria’yı, yani kendi “hukuk felsefemiz”i dikkatimizden kaçırırsak bunların hepsi mukadder olur!
Zira, yukarıda işaret edilen tüm sapmalar ve sapkınlıklar ilim, irfan ve hikmet geleneğimizin hakikatini gözden kaçırmaktan kaynaklanır. Biz kendimizi ilim, irfan ve hikmet geleneğimize
dayandırmalı ve sonra yüzyıllar içerisinde âlimlerimizin, ariflerimizin, hakîmlerimizin hizmet ettiği Kur’an ve Sünnet yolunda, hak ve hakikat yolunda yürümeliyiz.
Peygamberler Ne Mücadelesi Verdiler?
Hak ve hakikat yolu nedir? Tevhid yoludur. Tevhid nedir? Rubûbiyeti, ulûhiyeti ve her şeyi, tek olan Allah’a nispet etmektir. Bu bir mücadeledir; tevhid mücadelesi. Peygamberlerin yaptığı mücadele bu mücadeledir. Peygamberler tevhid mücadelesini iki eksende yapmışlardır:
Helal-haram ekseni. Maruf-münker ekseni.
Helal-haram Müslüman eksenidir. Maruf-münker ise insanlık ekseni. Birinci eksende helal (ibaha), ikinci eksende ise maruf esas alınır. Maruf; evrensel iyi, münker evrensel kötü… Peygamberler Müslümanlarla helal-haram ekseninde, diğer tüm insanlarla maruf-münker ekseninde buluştular. Müslüman olmayana helal-haram ekseni dayatılamaz, çünkü böyle bir yaklaşım ulûhiyetin tevhidine aykırı düşer. Nitekim, ‘dinde zorlama yoktur’ ilahi buyruğu bunu gerektirir.
Tevhid dediğimizde, karşısında şirk vardır. Bu bir nizam, bir sistem meselesidir. İnsan bu nizamlardan birini seçer. Tevhid veya şirk, itikat olur, iman veya küfür olarak kalplerde yer alır. İman ve küfrün dünyadaki yansımaları, “hayr” ve “şerr” olarak tezahür eder. Tavır olarak, zihniyet ola rak, bizatihi günlük hayatın içindedir hayır ve şer; onları yaşarız. Nihai olarak hayır ve şer, adalet ve zulüm olarak tavırdan davranışa dönüşür.
Birileri de ben Sünnet’e sarılıyorum derken, hurafeleri din olarak görmeye başlar.Din nedir, Hurafe nedir ayıramaz.
Akılda daha kolay kalması bakımından şöyle diyebiliriz: İnsanlık tarihi,
Tevhid Şirk (Nizam, sistem, düzen) İman Küfür (İtikat)
Hayır Şer (Tavır, zihniyet)
Adalet Zulüm (Davranış) mücadelesi şeklinde akmıştır.
Emniyet ve teminat altında olması gereken can, mal, namus, akıl ve dini, bu kategorilerle beraber düşündüğümüzde; tevhid, iman, hayır ve adaletin anlam ve gayesinin, yukarıda zikredilen beş unsuru koruma altına almak demek olduğunu görürüz. Dünyada bu beş unsur korunmazsa, bu beş unsurun korunması bir dava olarak, bir mesele olarak, bir dert olarak her şeyin üzerinde olmazsa, dünyayı fitne ve kargaşa boğar. İnsanlığın sonu gelir. Bu sebeple, o beş unsurun korunması insanlığın korunmasıdır.
Tersinden söylersek, insanlığın korunması, o beş unsur ile mümkün olur. Bu beş unsur, insanlığın en azından bir kısmının tevhid, iman, hayır ve adalet mücadelesi, yani hakikat mücadelesi içerisinde olmasını gerektirir; gerekliliğin ötesinde, zorunlu kılar. Bu, Müslümanların üzerine farzdır.
Ehl-i Sünnet ve’l Cemaatin itikadî ve amelî mezhepleri, bize bunu bir gelenek olarak böyle aktarır. Usûl, bize böyle bir vusul (gerçeğe varma, doğru yaşama) imkânı sunar. Din usûlünün dışındaki yaklaşımlar (sırf akılcılık, Modernizm, hurafecilik vs.) İslami açıdan kabul edilebilir yaklaşımlar değildir.
*İsrailiyat: Yahudilik ve Hıristiyanlık’tan İslâm kaynaklarına geçtiği kabul edilen bilgiler için kullanılan terim.