İrfan MektebiÖne Çıkanlar

Ayasofya’nın Sırrı

1.51BinOkunma

Dr. Halûk Nûrbâkî şöyle söylemektedir: “Boşu boşuna İslâm’a düşman oluyorlar. İslâm söndüğü an; medeniyet söner, dünyadaki hayat söner, evrenler yıkılır, kıyamet düğmelerine basılır.”

11 Eylül 2001’den beri, batı dünyası İslam dinine ve inananlarına  düşman  olmuş,  Müslümanları bir tehdit unsuru gibi göstererek, Müslümanlardan nefret edilmesini sağlamıştır. Batı dünyasında yükselen “İslam korkusu”nun (İslamofobi) ardında, ırkçılık ya da Müslümanlık (!) adı altında işlenen vahşete duyulan tepkiden çok daha fazlasını barındırmaktadır.

İslam Korkusu’nun Kaynağı…

Batı dünyasında, özellikle siyasi ve sosyal hâkimiyeti elinde bulunduran  kesimlerin  duyduğu  bu İslam korkusu, özünde İslam’ın nurunun parlamasından ve Hakk’ın büsbütün ortaya çıkıp bâtılı ortadan kaldırmasından duyulan korkudur. Bunu engellemek adına, yine bilerek ya da bilmeyerek, her türlü iftira ve karalama ile Hakk’ı perdelemeye çalışırlar. Bu korkudan kaynaklanan öfke ve nefret söylemi, gün geçtikçe Türkiye’yi daha fazla hedef almakta ve ülkemiz bu anlamda ağır bir saldırı altında bulunmaktadır. Özellikle 15 Temmuz gibi “darbeye darbe” olan bir gecenin yaşanması ve bu gece ile birlikte ülkemiz için başlayan şuurlanma süreci, elbette bu nefret oklarının bize daha fazla yönelmesinin en büyük sebebidir.

Bizi en çok düşündürense, aslında bu korkunun sadece batı dünyasında değil, birçok “Müslüman” ülkesinde, hatta ülkemizde bile, kendine yer edinmesidir. Yani, bizim için asıl tehlike Batı’daki değil, bizdeki Hakk’ın ortaya çıkmasına ve İslam’ın nurunun parlamasına engel olmaya çalışan unsurlardır. Bu duruma belki de “içimizdeki İslamofobi” demeliyiz. Çünkü biz, Müslümanlar olarak, Hakk’ı büsbütün ortaya çıkarıp batılı yok edecek İslam nurunun varisleriyiz. Bu nurun varisleri olarak, hala onunla yeterince aydınlatmıyor hatta bundan korkuyor olmamız, zaten emanet sahibi olmayanların yaptıklarıyla kıyas bile edilemez. Yani, Allah’ın bize nasip ettiği bu İslam nurunun kıymetini bilmememiz ve gerektiği gibi sahip çıkmamamız, 11 Eylül’den bu yana, batı dünyasında artan ve 15 Temmuz ile zirveye ulaşan nefret ve düşmanlıktan daha büyük bir suçtur.

İslam dini, Allah’ın evrensel tevhit nurunu bütün insanlığa taşımaktadır. İşte bu yüzden, Erhamu’r-Rahimîn’dir (merhametlilerlin en merhametlisi) ve bu yüzden Sevgili Habibi âlemlere Rahmet’tir. Tevhidin nurunu dünyaya yansıtmak; O’nun aşkının, sonsuz rahmet, mağfiret ve ihsanının, O’nun kullarına lütfedilmesi demektir. Âlemlerin Rabbi, bizi, herkesi ve her şeyi kuşatıcı bir aşk olan dinine davet ediyor. Tıpkı bir salkım üzüm gibi, nasıl ki bu üzümler aynı kökten beslenip sıkıldıklarında artık hiçbir farkları kalmıyorsa, Yüce Allah da yaşayan mahlûkatının her birini, tek bir vücut halinde, sevgi dolu kardeşlikte birleştirir. 

Ayasofya’nın Sırrı…

Ayasofya, günümüzde müze olarak faaliyet gösteren bir cami olmasına rağmen ebeden canlıdır, Hayy’dır. Bunun sebebi, Doğu’yla Batı’nın senteziyle yoğurulmasıdır. Ayasofya’nın İstanbul’un sembolü olması, ikisinin de bu sentezi içinde barındırmasıdır. Bu birliktelik, İstanbul mutfağında yüzyıllardır kusursuz bir şekilde yoğuruluyor. Bu sayede, toprağından sayısız Allah dostunun ve Muhammedî âşıkların kokusunu alabiliyoruz. Bu sayede, bütün kâinata rahmet olarak gönderilen peygamberin, ayağının tozu olup O’nu takip etme şerifine erebiliyoruz.

Bizans döneminde, Peygamber Efendimizin dünyaya teşrifinde meydana gelen depremde Ayasofya’nın kubbesi yıkılınca, Evliya Çelebi’nin seyahatnamesine göre, bir türlü tamir edilemeyen kubbe, ancak Peygamber Efendimizin (sav) mübarek “ağız suyu” ile karılan bir harç sayesinde tutturulabilmiştir. Daha önce İsevi bir mabet olan Ayasofya, kubbesinde Efendimiz’den bir paça taşıması ve Fetihten sonra Hakk’ın gür sedasını yayan bir Cami’ye dönüşmesiyle, Hazreti Adem’den beri var olan ve Muhammed Mustafa (sav)’in gönderilmesiyle kemale eren İslam dininin, yer yüzündeki en güzel müşahede merkezlerinden biridir.

Ayasofya, Hakk sözü duyduğunda doğruluğunu kalpten sezen ve derinden duyduğu bu aşkla hemen Hakk’a ihtida eden nazenin bir Kitap Ehli gibidir. Aslında Fatih Sultan Mehmet Hazretleri, sadece Ayasofya’yı camiye çevirmemiş, onu tam kalbinden de fethetmiştir. Bu fetihle Hazreti İsa (as)’ın yüzyıllardır bekleyen mirası, gerçek sahibine kavuşmuştur. Bu yönüyle Ayasofya, bir mabetten çok daha fazla anlam içermektedir. Çünkü İsa (as)’ın en büyük mirası, Ahmed ismine aşık olmasıdır.

Doğu Batı ayrımı yoktur; Rahmet’en-lil-Âlemîn olması hasebiyle Peygamberimiz (sav) tek bir kavme değil, bütün insanlığa gönderilmiştir. Sünnet, evrensel sevgiyi yaşamak demektir. Çünkü tüm evrene rahmet olarak gönderilen O Zât’tan evrenselliği miras olarak alırız. İslam dini, sadece Arap coğrafyasıyla sınırlı değildir. Rabbimiz, sadece Rabbü’l-Müslimîn (Müslümanların Rabbi) değil, Rabbü’l-âlemîn (âlemlerin Rabbi)’dir. Peygamber Efendimiz de sadece Rahmeten li’l-müslimîn (Müslümanlara rahmet) değil Rahmeten li’l-âlemîn (âlemlere rahmet)dir.

Şeytaniyet ve Rahmaniyet’in Mücadelesi

Doğu Batı ayrımı yoktur; Şeytaniyet ve Rahmaniyet var. Günümüz politika senaryolarında; rahmet denizi, ateş denizine karşı. Şeytanın şer güçlerinin ateşi, bütün dünyayı etkisine almış vaziyette. İnsanoğlu bu ateş ile savaşıp, söndürmek zorunda bırakılmıştır. Rahmaniyet ile Şeytaniyet arasında ebedi bir mücadele vardır.

Doğu Batı ayrımı yoktur; Ümmet-i Davet ve Ümmet-i İcabet var. Biz Peygamber Efendimiz’de, kendisine ümmet olarak, hasret duyarak ve O’na olan ihtiyacımızda kaybolarak erimeliyiz.

Hissedilen şey, ancak birbirimiz sayesinde hissedilir. Tevhit nuru sayesinde kardeşlik yaşanır, hakiki mümin olarak vahdet denizinde kayboluruz ve Ümmet-i Muhammed oluruz.

Sadece daha yüksek bir şuur, Doğu ve Batı arasında bir köprü kurabilir. Sadece daha yüksek bir şuur vasıtasıyla hakikatin dünyada bir sesi olabilir. Diğer hiçbir dinde olmadığı gibi İslam; tevhit dini, birliği, bütünlüğü, uyumu, kardeşliği, birlikteliği ve kucaklamayı temsil eder.

-Rabia Brodbeck