GenelÖne Çıkanlar

Mahmut Eren Hoca ‘Tevrat’ı Okuma Metodu İle Kuran Anlaşılmaz’

2.01BinOkunma

İhsan AKTAŞ: Sizinle daha önce yaptığımız bir sohbette, yaptığınız bir tespit çok hoşuma gitmişti. “Önce ulemayı itibarsızlaştırdılar, sonra mezhep imamlarını ve Allah dostlarını, sonra Sahabe-i Kiramı (radıyallahu anhum) ve en sonunda -haşaPeygamberimizi (sallallâhu aleyhi vesellem) ameliyat masasına yatırmaya kalktılar. “Hulasa, İslam âleminde tenkit edilmeyen hiçbir âlim ve kurum bırakılmamış oldu.” buyurmuştunuz.

Ben de şöyle düşünüyorum: İngilizler, her dönem dinin bir uzvunu koparmaya gayret ve ihtimam göstermişlerdir ve başarmışlardır da. Türkiye’de bir moda var, bunu aşırıya götürenler de var. Makul ve masum olanlar da bundan etkilenmiyor değil. “Kur’an-ı Kerim var, aklımız da var. Öyleyse aklımızla Kuran-ı Kerim’i anlar ve yine aklımızla hadis-i şerifleri yargılayabiliriz. Ona göre bir hadis sahih mi, zayıf mı karar veririz diyorlar. Hâlbuki bu zamana kadar bir kalp ameliyatına, bir dâhiliyeci sokulmamıştır. Maalesef sabah erken kalkan din hususunda fikir beyan edebiliyor.

Tabiki içtihat vardır. Dini görüşleri serdetme alanında bir hürriyet alanı mevcuttur. Velev ki hatalı bir görüş olsun. Ancak bu hürriyet yanlızca içtihada ehil olan ulema içindir.

Yine, Modernistlerin yanılgı noktalarından biri; dini bilime test ettirmek. Yani önce  bilime  ina nıp bilimin fırsat verdiği kadar dine inanmak, gerisini inkâr etmek. Sonra da aklın fırsat  ver diği kadar, ayet ve hadislerden istifade etmek. Anlayamadıklarını da hurafe saymak.

Diğer yanılgı noktası ise; geleneği temsil eden kadim ve müstakim ulemanın izinden gidenleri aklı kullanmamakla, din adına üretilmiş ne varsa onları kutsal kabul etmekle tenkit etmektir. Bu kesim, aslında tarihteki Mutezile’nin kalıntılarından başka bir şey değildir. Her ne kadar kendileri bazen Kur’ancılar bazen Modernistler diye bilinse de aslında tarihin çöplüğüne gömülen Kaderiye, yani Mutezile’nin güncellenmiş halidir.

Buna karşılık, geleneğin temsilcileri olan tarikatlar ve medreselerde, gerek hadislere, gerekse tefsire dair, usulüne dair, çerçeve nasıldır? Hangi süzgeçlerden geçiyor? Mesela, Mantık ilmi nedir?

Aklı Tanımlayamayan Putlaştırıyor!

Mahmut Eren Hoca: Evvela şunu belirtmek isterimki, İslam dininin ve onu Peygamberimiz (sav), Hulefa-i Raşidin ve Sahabe-i Kiram’ın (rhm) anladığı gibi anlayan Ehl-i Sünnet vel Cemaat akidesinin cevabını veremeyeceği hiçbir sual yoktur. Cevapsız kalanlar ya yanlış soru soranlardır veya Ehl-i Sünnet’in ne olduğunu hakkıyla bilmeyenlerdir. İmam-ı Rabbani Hazretleri, “Ehl-i Sünnet uleması, dinin bütün meselelerinde doğruya isabet etmişlerdir. Ehl-i Bidat’ın doğru söyledikleri hususlar ise mutlaka Ehl-i Sünnet ulemasından bir âlimin görüşüdür. Onların dinde bu denli isabetli oluşlarının gerçek sebebi, ilmi liyakatlerinin yanında, Resûlullah (sav) Efendimizin sünnet-i seniyyesine tam ittiba etmeleridir.” Buyurmuştur.

Dini anlayıp anlatmada geleneğin usulü “ittiba”dır ( اتباع ), “ibtida” ( ابتداع ) değildir. Yani, Allah Resulune (sav) ve Ashab’ına uymaktır. Yoksa kafadan uydurmak değildir. Akıl ise bu ittibanın kemale ulaştırılması içindir. Yani, akıl ikmal ve tamamlamak içindir, inkâr ve isyan için değildir.

Sorduğunuz mantık ilmi ise doğru düşünceyi, yanlış düşünceden ayırdetmeye yarayan bir ilim diye tarif edilse de mantıkla gereğinden fazla uğraşanlar ve akla kaldıracağından fazla sorumluluk yükleyip onu hak etmediği bir konumda tutanlar, gerçekte hiçbir zaman doğru düşünmeyi becerememişlerdir. İslam ulemasının akılla ilgili hükmü ise şöyledir: İslam’da akıl hüccettir ama hüccet-i nakısadır. Yani, akıl tek başına, Allah’ın bize öğretmek istediği hakikatleri anlayabilecek bir güce sahip değildir. Nitekim İmam-ı Gazali (rahmetullâhi aleyh), “Allah’ın verdiği bütün kabiliyetler mahduttur, sınırlıdır. Görme kabiliyetimiz, işitmemiz mahduttur. Akıl da aynı şekildedir. Bizim sıfatlarımızın hepsi sınırlıdır. Namütenahi olan, mahdut olmayan sadece Allah’ın (celle celâluhu) sıfatlarıdır.

Dolayısıyla bugün, aklı bu şekilde tanımlayamamanın sıkıntısı yaşanıyor. Mutezilenin de, Felsefecilerin de, Modernistlerin de yanlışı burada başlıyor. Ne zamanki insan aklı herşeyi idrak edebilecek sınırsız bir meleke olarak tanımlıyor ve algılıyor, işte o vakit ona  tapılmaya  başlanıyor. Bu sebeple, merhum Necip Fazıl, “Akılsız olduğunu anlayamayan aklın, Allah belasını versin.” Diyerek, haddini bilmeyen akla haddini bildirmiştir. Aklın işlev sahası makulat (akledilenler) olsa da, o yine de bu sahada her şeyi idrak edebile  cek imkâna sahip değildir. Aklın, makulat (akledilenler) dışında ise hiçbir yetkisi ve gücü yoktur.

Gazali, Felsefeye bu noktada itiraz ediyor. Akılla, iki kere ikinin dört olduğunu söylemeye karşı çıkmıyor. Çünkü yerinde kullanılmıştır. Ve bu hususta akıl hüccettir. Ama onu muğayyabatta, Allah’ın sıfatlarını anlamada, ahiretin tanımında, ahkâmı ilahîyeyi tespit ve tashih etmede kullanmaya kalkmak, Gazali’nin ve kadim ulemanın kesin olarak red ve tenkit ettiği husustur. Bu, havuzun içindeki suyu metreyle, elbiseyi litreyle ölçmek gibidir. İnsanı yanlış neticeye götürür.

Hadis-i Şerifleri Sorgulamak Mümkün Mü?

İhsan Aktaş: Bu güzel örnekten, Kur’an-ı Kerim’i ve hadis-i şerifleri akılla yargılamaya geçebiliriz aslında. Her ilmin bir usulu olduğu gibi Kur’an’ı anlamanın da hadis-i şerifleri tashih etmenin de bir usulü yok mudur? Bunlar sadece akılla yapılabilir mi?

Mahmut Eren Hoca: Kur’an-ı Kerim’in bütün ayetleri, tevatür ile sabit olmuştur. Yani, yalan üzere ittifakları adeta muhal olan topluluklar tarafından bize kadar ulaşmıştır. Mütevatir  hadisler de böyledir. İlkinin Allah Kelamı, ikincisinin ise Peygamber kelamı olduğu kesindir. Bunlar  hiç bir şekilde sorgulanmaz. Ancak murada, hedeflenen şeye vakıf olmaya çalışılır. Bunun da Usul-ü Fıkıh ilmi denilen bir metodu vardır.

Tevatür yoluyla bize ulaşmayan hadislerin Peygamberimize ait olup olmadığının tespitine gelince, burada esas olan, hadisin metnini alıp akla uyup uymadığına bakmak değildir. Önce o hadisi bize rivayet eden ravilerin tenkidi yapılır. Çünkü insan, Kur’an-ı Kerim’de beyan edilen veya peygamber lisanında ifade edilen her hakikati akılla idrak edebilecek bir güce sahip değildir. Bunun için biz hadisin metnini değil, ravilerini tenkid ederek, hadisin sıhhatini ve zayıflığını tesbit ederiz. Bu aşama tamamlandıktan sonra, hadisin metni, eğer Kur’an ayetiyle çatışıyorsa, bu taaruzun (tezat, çelişki) zahiren olması daha büyük bir ihtimal olduğu için tevile gidilerek, aradaki taaruz giderilebilirse giderilir. Eğer bu hiç bir surette mümkün olmazsa o hadis-i şerif delil kabul edilmez. Şu bir gerçektir ki Kur’an-ı Kerim’in hiç bir ayeti, diğeriyle veyahut Peygamberin sözü ve fiili, kendi tebliğ ettiği Kur’an ayetiyle hakikatta asla çelişmez.

İhsan Aktaş: Maalesef din hususunda bir keyfilik var. Kur’an-ı Kerim’i okumasını bilmeyen, Arapça bilmeyen akademisyenler veyahut ilahiyat talebeleri, bir lise mezunu  kardeşimiz  bile,  çok rahat bir şekilde dini ameliyata  sokulabili yor günümüzde. Hâlbuki kabı ne kadarsa o, o kadardır. Kendi kabına bakmadan, usul bilmeden, mealden okuduğu Kur’an-ı Kerim ile hadis yargılamasına kalkıyor. Burada da galiba biraz da sahih dini akideyi temsil edenlerin aktif olması gerekmez mi?

Cehalet Fışkırıyor

Mahmut Eren Hoca: Efendim, usulsüz vusûl mümkün değildir. İnsanın zeki olması başka, ilim sahibi olması başkadır. Zekâsı ilminden, ilmi de edebinden fazla olan her fert, İslam toplumunda sancılara vesile olmuştur. Bizim geleneğimizde, İslam ilimlerini tahsil edecek talebeye evvela iki şey tavsiye edilir. Birincisi edep, ikincisi ilmî tenkit ve tahkik. Ancak bu iki vasıf başbaşa olmalı ne edep tenkidin ve hakikat arayışının önüne geçmeli ne de tenkid edebi hiçe saymalıdır.

Bilginin anahtarı “la edri” yani “bilmiyorum” diyebilmektir. Melekler bile, Cenab-ı Hakk’a “Biz bilmeyiz.” demekten çekinmemişlerdir. Geçmişin irfanını hiçe sayarak, Ebu Hanifeleri, İmam-ı Şafileri koltuğundan indirerek yükselmeye çalışmak, acizlerin yöntemidir. Nitekim Kur’an-ı Kerim, Yusuf Aleyhisselam’ın kardeşlerinin bu tavırlarını ve neticelerini bize, Yusuf Suresi’nde uzun uzadıya nakletmektedir. Ne acıdır ki, şimdi bir ilahiyat profesörü, “çağdaş” tefsir yazdığını iddia ederek, “Hiçbir tefsir ve hadis kitabına bakmadan, bu tefsiri tamamen kendim yazdım.” diyerek, bu zamanın MuseylemetulKezzab’ı olduğunu haykırıyor aslında.

İhsan Aktaş: Son yıllarda, biz aslında dini düşünceye, dini hayata, onun dinamizmine kapalı bir altmış yetmiş yıl geçirdik. Ondan sonra da bir sürü tercüme kitaplar zuhur etti. Bu tercüme kitaplar da çok masum bir şekilde gelmedi. Ya Vahhabizmin etkisiyle, ödediği paralarla hayatımıza girdi ya da İran devriminin desteklediği, yani Hizbuttahrir’den Şia etkisine kadar bir etki oluşturdu. Belki de bugün toplum bünyesinde kusan bu problemler, otuz kırk yıllık tercüme kitapların etkisidir.

Benim şöyle bir kanaatim var, bir ülkenin itikadı sağlam olmazsa güvenliği de sağlam oluşamaz. İlginç gelmişti bana mesela, Türkiye’deki geleneği, tarihi, yani inancımızı, değerlerimizi eleştirirken, Suudi Vahhabistleriyle, Selefistleriyle İranlılar aynı metodu kullandılar. Yani, “Eskiden Peygamber Efendimiz zamanında mezhep var mıydı? Şurada hurafe var!” gibi. Ya da şu “İslami mi, değil mi?” İslami (ilmi) olmayan bir kavramla eleştiri getirdiler hep.

Orada da sanki şunu fark ettik, burada asıl maksat, Türkiye’de yaşayan insanları Vahhabi ya  da Şii yapmak değil, ne yapıp edip gelenekten (Sünnilik) koparmak. Dini usûl ve gelenekten, tarihten ve kültürden  uzaklaştırmak. Çünkü  insanlar o kültürden koparıldığı zaman, her yere sürüklenebiliyorlar. Kişinin tarihi yoksa, itikadı sağlam değilse, o itikadı da sağlam bir usulle öğrenmediyse, tek başına yaşayan bir fert oluyor, büyük İslam cemaatinden kopuyor. Ferdiyetçilik (bireycilik) de moda ya, bu sefer IŞİD ya da başka kurumlar gelip bu kişiyi sağa sola sürükleyebiliyorlar.

Sanki bu, nihayetinde biz Müslümanız, biz ümmetçiyiz ama devletler düzeyinde de bu şaz görüşler üzerinden bir rekabet var. Bazen bu iki tarafın rekabeti bizi de silip süpürecek boyutlara geliyor. Suudi Arabistan ve İran rekabeti gibi. Türkiye’de sahih akidenin korunması için gerek medreselere, gerek ilahiyatlara, hatta tarikatlara tavsiyeniz nedir?

Tevrat’ı Okuma Metodu ile Kur’an Anlaşılmaz

Mahmut Eren Hoca: Bugün yaşadığımız asıl sorun, zemin sorunudur. Çürük bir zeminde sağlam bir bina, doğru bir akide ve temiz bir toplum inşa etme çabasıdır. Sizin de buyurduğunuz gibi bu ülkede Ehl-i Sünnet meselesi, ülkemizin güvenlik ve beka meselesidir. Bu sebeple, sahih akidenin muhafazası öncelikle meselemizdir. Ancak herkesin ve her kesimin kendi anlayışını Ehl-i Sünnet ve sahih akide olarak tanımlayıp asla rucu edilmemesi, büyük bir sorundur. Bununla birlikte, sahih akide ancak ameli salih ile muhafaza edilebilir. Allah Resulünden gelen her sünnetin ihya ve icrasıyla mümkün olabilir.

Çok önemli bir husus daha vardır ki Müslümanların, farklı ideolojilerin tesirlerinden kurtulmadan, İslam’ı müslüman aklıyla anlamaları mümkün değildir. Bu sebeple, müslümanların batıda master ve doktora yapma hastalığından kurtulması gerekiyor. Özellikle dini sahada, düşünce sahasında, batının öğretisine kapıları kapatmak zorundayız.

Yurt dışında Dinler Tarihi, kutsal kitapları yorumlama metodolojisi vb. konuları olduğu gibi alıp, aynısını İslam’a ve Kur’an’a tatbik etmek, en büyük sorunumuzdur. Bir Yahudi’nin Tevrat’ı anlamak için kullandığı metodu, Kur’an-ı Kerim’i anlamak için kullanmaya çalışmak, Allah muhafaza, kendi dinimizi inkâr etmeye götürür insanı. Hâlbuki bizim, kendimize ait bir usulümüz (metodoloji) var. Peygamber (sav), Hulefa-i Raşidin ve Ashab-ı Kiram’ın Kur’an-ı Kerim’i anlama usulü. Usul-ü Fıkıh, Usul-ü Tefsir, Usul-ü Hadis, bunun içindir. Bütün bunlar, en sağlam ilmi  disiplin lerle tespit edilmişken, bunları inkâr ederek, namazı nasıl kılacağımızı, haccı nasıl yapacağımızı Yahudilere, Hristiyanlara veya onların yetiştirdiği, İslam’dan haberi olmayan kimselere mi soracağız? Kimi memnun etmeye, kimin rızasını elde etmeye çalışıyoruz? Allah’ı memnun ve razı etmekse gayemiz, bunun yolu, Allah Resulüne (sav) ittibadır. O’na uymaktır.

İhsan Aktaş: Bir de gençlere tavsiyeleriniz neler? Diye bir soru soralım. Çünkü Fikirname Dergisi’nin okuyucuları çoğunlukla gençler, çok şükür.

Yere Bakarak Yürüyen Benim Kardeşimdir

Mahmut Eren Hoca: Gençlik imtihan mevsi midir. Bu dönemin en büyük imtihanı, namahreme bakmaktır. Üstadım daima, “Yere bakarak yürüyen, benim kardeşimdir.” buyururdu. Kemal Efendi Hocama, Kasımpaşa’dan bazı gençler gelip nasihat istediler. Buyurdu ki, “Kendi helalinizden başkasını, kalbinizden bile geçirmeyiniz.”

buyurulmuştur. Beş vakit namazı imkân nispetince cemaatle kılmalı, daima abdestli olmaya ihtimam göstermelidir. Yolda vakarlı yürümeli, yüksek sesle konuşmamalıdır. Arapların şöyle bir sözü vardır; “Kendi elimizle ürettiğimiz helal şeyleri yiyip kendi inancımıza ait kelime ve istilahları kullanmadığımız müddetçe kendi düşünce ve fikir dünyamızı inşa edemeyiz.” Her şeyi kendi başımıza üretebilecek gücümüz ve aklımız mevcut elhamdülillah. Önce bizim dilimize ait olmayan yabancı kelimelerden kurtulmaya çalışalım. Çünkü hangi ülkenin, hangi dinin kelimelerini kullanırsak düşünce ve inanç dünyamız ona göre şekil alır. Sonra imkânlarımızı zorlayarak, kendi insanımızın ürettiklerini tüketmeye ğayret edelim. Düşmanlarımızın sepetine  yumurtlamayalım.

En Büyük Sorunumuz, Haramları Meşrulaştırmak

Suat KIR: Peki hocam, şu anda yaşadığımız dünyayı, bu çağı biz kurmadık. Bizim tanımlamadığımız bir çağda yaşıyoruz. Bu sebepten dolayı, ekonomik sistem, kadın-erkek ilişkileri, eğitim vs. her şey Batılıların kurguladıkları bir sistem. Edebiyatından sinemasına, her şeyi onlar tarafından planlanmış. Biz bu sistem içerisinde yol almaya çalışırken, bazı tıkanıklıklar oluşuyor. Bunlar, belki Müslümanları bazı yanlış söylemlere itiyor. Bu konulara yaklaşım nasıl olmalıdır?

Mahmut Eren Hoca: Küfrün, şirkin,  dalale tin yaygın olduğu bir çağda yaşasak da Allah’ın mülkünde olduğumuzu unutamayız. Dünyayı Yahudi yönetiyor görünse de, “Kâinatı idare edenler, aslında görünmeyenlerdir.” Allah mülkünde, yalnızca onun dediği olur. Ondan başkasının cenneti de yok, cehennemi de yok. Fatih Sultan Mehmed Han, “Şartlara teslim olmazsak şartlar değişir” buyurmuştur.

İslam’da normal durumlar için hükümler olduğu gibi zaruret (zorunluluk) halleri için de hususi hükümler vardır. Ancak şu önemli hususu unutmamalıdır. Zaruret hallerinde değişenler ameli hükümlerdir, itikadi hükümler değildir. Yani bir insan, susuzluktan ölecek olsa içki içerek susuzluğunu gidermesi mübah olurken, yine içkinin haram olduğuna inancını muhafaza etmelidir. Zaruretler ise zaruret haliyle sınırlıdır. Yalnızca zaruret halinde mübah sayılabilecek bazı haramlar (yabancı hanımlarla tokalaşmak vs.) zaruretler geçtikten sonra alışkanlığa dönüşüp, meşru addedilmeye başlanırsa işte o zaman, ameli bir mesele itikadi bir probleme dönüşür.

Bir insan, bir haramı nefsine mağlup olarak illa işleyecekse haram olduğunu bilsin ve kabul etsin.

Bu durumda yalnızca günahkâr olur. Ama bahaneler uydurarak, şartlar değişti diyerek, o haramı helal itikad ederek işlerse, o zaman iman zevaliyle (inançsızlık, küfür) karşı karşıya kalır. Bütün kardeşlerimi Allah’a emanet ediyor ve kendilerinden hüsn-ü hatimem için dualar bekliyorum.