Petrol gibi bir zenginliği elinde bulunduran İslam Âlemi, dünyanın en mamur yeri olması gerekirken; yüz yılı aşkındır siyasi çalkantıların en şiddetli olduğu, savaşların bitmek bilmediği ve emperyalist güçlerin rahatça cirit attığı, istikrarsız ve geri kalmış bir coğrafyaya dönüşmekten ne yazık ki kurtulamıyor. ABD’nin Ortadoğu’yu dizayn etmeye kalkışmasının altında yatan başlıca unsurun “petrol” olduğunu ve dünya egemenliğinin bölgenin petrol rezervlerine hükmetmekten geçtiğini tüm dünya biliyor. Bernard Shaw’ın şu dehşet verici tespiti tam da buna parmak basıyor: “Kan kokusu almış bir köpek balığından daha tehlikelisi, petrol kokusu almış Amerikan emperyalizmidir.”
Amerika’nın petrol yüzünden Ortadoğu’ya müdahale etme hakkını kendinde bulması, elbette ki yeni değil. Neredeyse İkinci Dünya Savaşı’ndan beri bunu yapıyor ve petrol kaynaklarını kimseye kaptırmak istemiyor. Petrolün kıta Amerika’sına akışını önleyen bütün güçleri/devletleri açık bir düşman olarak görüyor. Zira Amerika’ya göre, sözüm ona dünyanın düzene sokulması adına yeryüzündeki zenginliklerin ‘anavatana’ taşınmasında hiçbir ahlâkî engel yok. (!) Bu yüzden, petrolü tekelinde tutma stratejisinin önündeki manileri yok etmek istiyor.
Petrol Hegemonyasının Temelleri
Amerikan şirketleri 1920’den başlayarak, Ortadoğu’da petrol ayrıcalıklarına sahip olma çabalarını yoğunlaştırdılar. Standard Oil Company of California ilk petrol ayrıcalığını, Suudi Arabistan’daki Necid Çölü’nün El-Hasa yöresinde 1923’te elde etti. Bahreyn’de ilk imtiyaz (ayrıcalık), Amerikan Gulf Oil Corporation’a verildi. Kuveyt’te ise İngiliz şirketi Anglo-Persian Oil Company ile Amerikan şirketi Gulf Oil Corporation tarafından kurulan Kuveyt Oil Company, 1934’te Kuveyt Şeyhliğiyle tüm Kuveyt topraklarını kapsayan bir ayrıcalık antlaşması imzaladı.
Amerikan şirketleri 1940’lara gelindiğinde, Ortadoğu petrol piyasasının neredeyse tamamını kontrol altına almışlardı. Ortadoğu’da düşük maliyet ve yüksek kârla petrol üretme imkânına kavuşulması, petrol şirketleri açısından bölgeyi daha da cazip hâle getirdi. Sonuçta, Suudi Arabistan ve Bahreyn’de ayrıcalığın %100’ü, Kuveyt’te %50’si, Irak Petroleum Company’nin %23.75’i ve İran’da 1955’te faaliyete geçen uluslararası konsorsiyumun %40’ı ABD’ye ait oldu. Amerikan şirketleri 1940’larda Katar’da, 1960 ve 1970’te Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman’da petrol üretimine giriştiler.
‘Her Şeyden Hayatî’ Olması
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde Ortadoğu, dünya petrol tüketiminin %40’ını karşılıyor, rezervlerin %72’sini elinde tutuyordu. Eski petrol üretim merkezlerinin yerine geçmesi bütün dikkatlerin ve beynelmilel güçlerin/siyasetin üzerine yönelmesine sebep oldu. Hele de 1948 ve 1967 Arap-İsrail savaşlarında petrolün silah olarak kullanılmasına yönelik teşebbüsler, bölgeyi ve petrolü daha da önemli kıldı.
İlk defa 1956 Süveyş Bunalımı esnasında “petrolün her şeyden daha hayatî olduğu” Amerika’da derinlemesine idrak edildi. Ucuz enerjiye alışık olan Amerikalılar, birden bire iş(yer)lerinin, evlerinin ve arabalarının tehlikede olduğunu; sokakların boş, fabrikaların sessiz kalacağını; medeniyetlerinin göz kamaştırıcı ışıklarının sönebileceğini kuvvetli bir biçimde hissettiler. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri yaşanan tecrübeler, petrolü Amerikan dış politikasının önceliklerinden biri hâline getirdi.
Saldırganlıkta Petrolün Rolü
Ortadoğu petrolünün bir Doğu-Batı savaşına dönüşebileceği; bölge, hatta dünya dengelerini alt üst edebileceği tehlikesine 1950’lerden beri uluslararası diplomaside daimi şekilde değiniliyordu. Temmuz 1958’de, Moskova’yı ziyaret eden Mısır Devlet Başkanı Nasır’a, Sovyet Rusyası lideri Nikita Kruşçev şunu demişti: “Batı’nın buyurganlık ve saldırganlığı Ortadoğu petrolüne dayanır. Petrolün tehdit altında olduğunu hissettikleri zaman savaşırlar.” İngiltere Başbakanı Anthony Eden ise 1956’da Kuruşçev’e bunu teyit edercesine şöyle söylemişti: “Ortadoğu’daki petrolümüz tehdit edilirse biz savaşırız. Bu bir nükleer savaş da olabilir.”
Bu sebeple Amerika, daha 1970’li yıllarda, Körfez’deki petrol alanlarını elinde tutmak amacıyla, gerekirse güç kullanabileceğini açıkça ilan etmeye başladı. Amerikan Başkanı Reagan, 1987’de halka yaptığı konuşmada, Ortadoğu petrolünün Amerikan çıkarları açısından taşıdığı büyük ehemmiyetin altını çizmişti. Refah ve saadetlerinin petrolden ötürü her an tehlike altına girebileceğine dikkat çekmiş; 1973’teki petrol ambargosunda petrol istasyonlarındaki büyük kuyrukları hatırlatmıştı. Dışişleri Bakanı Henry Kissinger da “Petrol, Araplara bırakılmayacak kadar önemli bir şeydir!” sözüyle, Amerika’nın petrol politikasının esasını ve nihaî sınırını tayin etmişti.
Yeni Petrol Savaşı Kapıda mı?
Saddam Hüseyin, 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal ederek, Amerika’nın Ortadoğu’daki çıkarlarını tehlikeye soktu. Bunu kullanan Amerika, Körfez’e müdahale etti ve 21. yüzyılda kendisini güçlü kılacak petrol kaynaklarını hegemonyasına alma telaşına düştü. Çünkü Washington, Körfez’i ve Akdeniz’i bir “Amerikan Gölü” olarak görüyordu. George Bush, Ağustos 1990’da, Ürdün Kralı Hüseyin’e şu beyanda bulunmaktan çekinmemişti: “Petrol bizim hayat tarzımızdır. Ben o adamın (Saddam) Körfez’in petrolünün üçte ikisine hâkim olmasına izin vermeyeceğim. Bu adam ABD’nin düşmanıdır ve elleri bizim can damarımızdadır. Orada hayatî menfaatlerimiz vardır. Ve onları korumaya mecburuz.”
Uzmanlar, bu yüzyılın ilk yarısında petrol kavgasının yeniden kızışıp kara bulutların Ortadoğu semalarında toplanacağına işaret ediyorlar. Ortadoğu’daki krizler ve savaşlar bunu doğrulamaya devam ediyor. Bilim adamları, Batılı ülkelerin rezervlerinin 30-40 yıl içerisinde tükeneceğini, buna karşılık Ortadoğu’nun %65’lik rezervinin 100 yıl daha yeteceğini ifade ediyorlar. Hâlihazırda dünyanın günlük 75 milyon varillik petrol üretiminin %26’sını/19,6 milyon varilini ABD, %18’ini/13,5 milyon varilini de AB Ülkeleri tüketmekte. Bu durum, petrole bağımlı olan ve ihtiyacının yaklaşık %50’lik kısmını Ortadoğu’dan karşılayan ABD ve Avrupalı devletlerin bütün nazarlarını bölgeye çevirmelerine yol açmakta.
Osmanlı Petrolleri Türkiye’de Kalsaydı…
Osmanlı, Ortadoğu’yu kaybetmese ve en azından petrol bölgeleri Türkiye’de kalsaydı, şu an dünya petrol rezervinin %55’i bizim olacaktı. 2013 yılı petrol gelirlerine göre, Suudi Arabistan 327 milyar, Katar 107 milyar, Irak 101 milyar, Kuveyt 100 milyar, Cezayir 68 milyar, Libya 63 milyar, Bahreyn 17 milyar dolar kazanmış. Dolayısıyla bu topraklar bizde olsaydı, 783 milyar dolar ülkemizin kasasına girecekti.
Sadece Musul ve Kerkük’ü elde tutabilseydik, 2017 yılı rakamlarına göre, günlük petrol üretimimiz 2.5 milyon varil olacaktı ve 650 bin varillik günlük petrol ihtiyacımızı fazlasıyla karşılayacak, üstelik kâra geçecektik. Hâlihazırda Musul’un petrol rezervi 45 milyar metreküp, maddi değeri 2 trilyon 340 milyar dolar; Kerkük’ün ise 10 milyar metreküp, maddi değeri 520 milyar dolar civarında. Sonuçta Türkiye her anlamda daha güçlü, zengin ve müreffeh, milletler arası alanda da çok daha caydırıcı ve belirleyici olacaktı.
Ortadoğu’da Kan ve Gözyaşı Bitmeyecek mi?
Türkiye (Osmanlı) ve İslam Dünyası, petrole sahip olmanın bedelini ağır ödedi, ödemeye de devam ediyor. Dünden bugüne yaşanan kanlı darbeler, krizler ve savaşlar bütün amansızlığıyla sürüyor. Öyle görünüyor ki, bu asırda da Ortadoğu tarihini yazan iki anahtar kelime yine “petrol ve kan” olacak. Ortadoğu uzmanlarından Prof. Gassan Salama, bölgede petrol ve kan kokusunun kesifleştiğini şöyle vurguluyor: “Lübnan dağlarından Afganistan dağlarına kadar, havada tuhaf ve belirgin bir ‘ölüm kokusu’ olduğunu hissedersiniz.”
Netice itibariyle, petrol üzerinde emperyalist güçlerin sömürü düzeni sürdükçe, Ortadoğu kan ve ateş çemberi içinde kalmaktan sıyrılamayacak. ABD ve Batılı ülkelerin, bu kirli mücadelede, Müslümanları insafsızca harcayıp petrole bulanmış kan deryalarına gömmekten sakınmayacakları tarihî bir gerçek. Dünya petrol rezervinin üçte ikisine malik olan, ama kullanmasını beceremeyen bir İslam Âlemi için bu durum, büyük bir talihsizlik ve açmaz. Bunu, Ürdün Kralı Hüseyin de tasdiklemişti: “Dünya petrol yataklarının %65’i bizdedir. Biz bütün imkânlara sahibiz. Sahip olamadığımız; ortak görüş ve ileriyi görmedir.”
Ortadoğu Müslümanları, bir asırlık petrol ve kan ile yoğrulmuş tecrübelerden sonra, geleceklerini Batılı güçlere ipotek etmek ve zenginliklerini kendi elleriyle teslim etmekten artık vazgeçmeliler. İstikballerini belirleyebilme kudret, dirayet ve ortak iradesini gösterebilmeliler. Şimdiye değin Batılıların lehine işleyen dengelerin, İslam Âlemi lehine değişmesinde ve Müslümanların dünya üzerinde caydırıcılığının artmasında petrol mühim bir faktör ve güç kaynağı haline gelmeli. Petrol kozunu elinde bulunduran İslam ülkeleri, Türkiye’nin önderliğinde siyasi, iktisadi ve askeri bağımsızlıklarını kazanmalı ve Batı boyunduruğundan kurtulmalılar.
-İsmail Çolak