İmanın şartları, İslam’ın şartları, otuz iki farz, elli dört farz arasında “umut” olmasa da kadim iman esaslarının yanı sıra, her dönemin dini, sosyal, kültürel ikliminin gereği olarak, asırlara özgü “iman gereklilikleri” yazılsaydı, ilk sıralara “umut” yazılmasını önerirdim.
Çünkü günümüzde insanların en büyük düşmanlarından biri umutsuzluk! Günümüz insanı varlıktan çok yokluğu görmeye, sevinçten çok hüzne iltifat etmeye, şükretmekten çok azımsamaya yatkın. Yalnızlaşma, artan adaletsizlikler, yetemeyişler, imandaki zayıflıklar ve kâinattan uzak kalışlar, insanın umutsuzluğunu arttırdı.
Umutsuzluk, doğurgan ve bulaşıcı bir kötü hal… Umutsuzluğa teslim olan insanda başka kötü haller belirir. Umutsuz insanın gayreti gevşer, verimi düşer, analiz kabiliyeti ve feraseti eksilir. Bardakta bir damlalık boşluk olsa, bardağın doluluğunu yok sayıp bir damlalık boşluğu gözünde devleştirir. Sonra o devin altında ezilerek işlerini erteler, ideallerinden vazgeçer, kendisini çaresiz hisseder. Çaresizlik hissi ise öldürücüdür.
Oysa umutlu olmak, insan için doğal ve zorunlu bir haldir. Bu zorunlu hal, mümin için ayrıca imanî bir vecibedir.
Umut doğuştan, umutsuzluk sonradan
Umut doğuştan var, umutsuzluğu sonradan biz peydahlıyoruz.
Annemizin rahmindeyken, dışarıdan gelen seslerdeki sevecenlik bizi dünyaya davet eder. Herkes bizi bekliyordur, en başta anne ve babamız. Bir umutla dünyaya geliriz. Severiz geldiğimiz yeri, herkes de bizi sever. Bebeklik yetmez, umutla büyüyüp çocuk oluruz, genç oluruz, yetişkin oluruz. Hep ileri gitme çabası, hep bir heyecan. Ümidimiz hep artsın diye, Allah her sabah güneşi yeniden doğurur, mevsimleri dönüştürüp dolaştır.
Bir rivayete göre peygamberimiz “… Ümit olmasaydı, hiçbir anne çocuğunu emzirmez. Hiçbir ağaç diken de dikmezdi.” (Camiu’s-Sağir. Hadis No: 2550) demiş. Ne güzel benzetme. Ağaçların, çiçeklerin, otların mücadelesi bize örnektir. Taşı yarıp çıkan ağaçlar ve beton zeminlerin minnacık boşluklarından boy veren otlar görmüşüzdür. Olmaz denilen yerde, onları hayata tutunduran şey, doğalarındaki fıtrî umut ve güneşi görme azmidir.
Ancak zaman geçtikçe bazen yalnız kalırız, bazen gücümüz yetmez, bazen dermanı zor dertlerimiz olur, bazen haksızlığa uğrarız, bazen hayat üzerimize üzerimize gelir.
İşte, öyle anlarda sınavımız başlar. Sınavdan geçersek adımız umut olur, geçemezsek umutsuz… Umutsuzlanırsak her şey hızlıca kötüleşir.
Umut olursa adımız, zorluklarından üstesinden gelip daha güçlü yelken açarız. Mücadele yeniden başlar o zaman. Çünkü umut güvendir; kendine, dostlara, çevreye, doğaya, Rabbe… İyimserlikten güçlüdür ummak, amacı ve hedefi vardır çünkü.
Bir iman esası olarak umut
Acı hikâyeyi biliriz. Kardeşleri, Yusuf’u bir kuyuya atmış, babalarına ise bir kurdun Yusuf’u yediğini söylemişlerdi. Yıllardır yavrusu Yusuf’un yokluğu ile kavrulan Yakup Aleyhisselam, ilerleyen yaşında bu defa diğer oğlundan olur. İki oğlunu kaybeden Yakup Peygamber, kendisi umutsuzluğa teslim olmadığı gibi oğullarına da şöyle seslenir:
“Ey Oğullarım! Gidin, Yusuf’u ve kardeşini arayın. Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin; doğrusu kâfirlerden başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.” (Yusuf, 87)
Peki, rahmet nedir? Allah, rahmetini şöyle tarif ediyor: “… Rahmetim ise her şeyi kuşatır.” (A’raf, 156)
İki ayeti yan yana getirdiğimiz zaman, umut ve rahmet hayat ile özdeşleşir. Hayat varsa umut vardır ve şarttır. Doğal bir durum olan bu hal, ayetlerle, müminler için imani bir özelliğe kavuşur.
İman ile umut arkadaş, umutsuzluk ise imana ve hayata düşman. İşte, bunun için çok sert uyarılıyoruz: “Sapıtmışlardan başka kim ümit keser Rabbin rahmetinden!” (Hicr, 56)
Şu ayet de umut ve iman ilişkisini başka bir yönüyle bize hatırlatıyor: “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. İnanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.” (Al-i İmran, 139)
Umut hep galiptir umutsuzluğa
Umudun galip gelmesi için metanet gerekir. Şu ayette anlatıldığı gibi… “Nihayet peygamberler ümitlerini kesecek hâle gelip yalanlandıklarını düşündükleri sırada, onlara yardımımız geldi …” (Yusuf, 100)
Umut her zaman galip gelmek ister ama bizim ondan yana durmamız gerekir. Mesela diyelim ve bir rivayete kulak verelim.
“Hz. Peygamber aleyhisselam ölüm döşeğindeki bir genci ziyaret etti. ‘Kendini nasıl buluyorsun?’ diye sordu. ‘Ey Allah’ın Resulü! Vallahi, ben Allah’ın rahmetini ümit ediyorum ama günahlarımdan da korkuyorum.’ diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber aleyhisselam ‘Böyle bir konumda olan bir kulun kalbinde bu iki husus birlikte yer almışsa, muhakkak ki Allah, ona ümit ettiği şeyi verir, korktuğu şeyden emin kılar.’ buyurdu.” (Tirmizî, Cenaiz, 11; İbn Mace, Zühd, 31)
Tam burada “Havf ve Reca”nın aklımıza gelmesi gerekir; korku ve ümit. Korku bizi kibirden uzaklaştırır, ümit ise rahmete yaklaştırır. Korkuya teslim olmamalıyız. Çünkü “Zorluğun yanında bir kolaylık mutlaka var!” (İnşirah, 5)
Mikroptan hisse kapmak
Bardaktaki bir damlalık eksiklikten umutsuzluğa düşmek yerine, koca bardağın dibinde yalnız başına kalan bir damladan umutlanmak olmalı ahlakımız.
Bu konuda mikrop azminden hisse kapmalıyız. İnsan vücuduna giren zararlı bir mikrop, girdiği vücudun milyonda biri bile değildir. Ancak mikrop, içine girdiği vücudun büyüklüğü karşısında kendi küçüklüğüne bakıp “Ben ne yapabilirim ki!” demez, her fırsatı değerlendirir, kendini çoğaltır. Her an kendini geliştiren mikrop, zamanla vücudun bağışıklık sistemini çökertir.
İyiler, idealistler, safını adalet ve insanlıktan yana seçenler, mikroptan daha azimli, kararlı, sabırlı olmalı; yok olana hayıflanmak yerine, var olanı arttırmaya, bereketlendirmeye çalışmalıdır.
Umuda dair asrın yükümlülüğü
Günümüzde insanların en büyük düşmanlarından biri umutsuzluk! Öyleyse, en büyük görevimiz umutlu olmak, insanlara umudu göstermektir. Umutlu olmak, esbaba tevessülün arefesidir. Önce ümit ederiz, sonra ümidin gereği olarak sebeplere tevessül etmemiz gerekir.
Esbaba tevessül; sormak, araştırmak, yola çıkmak, tövbe ve dua etmek, çoğalmak, çoğaltmak, ter dökmek, el atmak ve el vermek, imkânı görmektir. Derdi verenin dermanı vereceğine, yenilgiyi verenin zaferi de vereceğine inanarak çalışmaktır. Gayrettir kısaca. Herkes için gayret; kişi, aile, şehir, memleket, devlet, coğrafya için…
Her devrin umudu, her devrin gayreti özgündür, özeldir.
Mesela, 570-632 yıllarında yaşadığı tahmin edilen Dede Korkut, çağının insanlarına şöyle dua etmiş.
Aksakallı baban yeri cennet olsun!
Ak pürçekli anan yeri uçmak olsun!
Allah’ın verdiği umudun kırılmasın!
İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Akif Ersoy ise düşmanlarının vahşice saldırdığı Osmanlının en zor dönemlerinde, 1913 yılında, şöyle haykırmış.
Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak…
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle.
İmânı olan kimse gebermez bu ölümle.
Şimdi, umut şiirini yazma sırası bugünün insanında, şairlerinde, mücahitlerinde, vatanseverlerinde, ümmetinde.
Ümitsizliğe yer olmamalı ruhumuzda. Ne tarihin en kötü dönemindeyiz, ne insanlığın en bahtsızıyız. Aksine sayıca çoğuz, sağlam geleneklerimiz var, tarihi mirasımız dağlar gibi, kitabımız ilk günkü gibi sahih ve asırları aydınlatan Peygamberimiz var. Öyleyse, eksiğimizi tamamlayıp, fazlamızı atıp, adalet ve takva elbisemizi giyip, ilim ve sanatın ışığında Bismillah demeliyiz.
Önce bizi zehirleyen, diz bağlarımızı çözen, sürekli geriye baktıran düşüncelerden arınmalıyız. Umut, geleceğe dair tüm stratejilerin, hayallerin, planların yakıtıdır.
Yol belli…
Mütebessim sabır, gayretli umut!
-Erol Erdoğan