Nasıl doktorlar önce hastalığı teşhis ediyor, daha sonra bu hastalığa yakalanma nedenlerini hastaya bildiriyor ve daha sonra da reçetesini yazıyorsa toplumun manevi doktorları olan davetçiler de bu metot üzerinden insanlara yaklaşmalıdırlar. Sadece teşhisi yapıp bırakmak veya sadece bu duruma nasıl gelindiğini uzun uzun anlatmak veya tek başına reçete yazmak, hiçbir hastalığa çare olmaz. Bataklıktaki sinekleri öldürmekten ileri gitmeyen bir metot olarak kalır. O yüzden bataklığı kurutacak şekilde iş yapmalı ve teşhis, tahlil ve reçete üçlüsünün aynı anda işlediği mekanizma ile insanları İslam’a davet etmeliyiz.
Yazdıklarımı daha anlaşılır kılmak için şöyle bir örnek vereyim. Namaz hakkında yazan veya konuşan biri, önce mevcut durumu muhatabının gözünün önüne sermeli. Müslüman olduğumuz halde camilerimizin boş olduğundan, gençlerin camiye yaşlandığında geldiklerinden ve o zaman da genç olmadıklarından, ezanın hoparlörlerden okunduğu halde kulaklara nüfuz etmediğinden, cemaatle kılınacak bir namazın bir futbol maçına feda edildiğinden bahsetmeli. Yani, muhatabına önce hasta olduğunu kabul ettirmeli ki tedaviye cevap alabilsin. Hasta olduğunu kabul etmeyen birine fayda verecek ilaç yoktur.
Manevi doktorlar olmalıyız
Muhatabımız hasta olduğunu kabul ettiği anda ikinci aşama olan bu duruma nasıl geldiğimizin izahını yapmaya başlarız. Bu izahı da bir daha bu hastalığa aman ha yakalanma, diye yaparız. Bunu yapmadığımız takdirde, aynı hastanın aynı sebeplerden karşımıza gelmesine bizim sebep olacağımız aşikârdır. Ve cümlelerimiz şöyle devam eder…
Bak kardeşim, bizim namazsız bir toplum veya namazı hayatı kılan bir toplum olamayışımız dünyevileşme hastalığından, namazsız da Müslüman kalabileceğimizden, camiye gitmeyen ayaklarımızın bizi cennete götürebileceğini düşünmemizden, şeytanın bizi, Allah’ın rahmeti ile kandırıyor olmasından kaynaklandığı gibi cümlelerle, bizim mevcut duruma gelmemize neden olan sebepleri sayarız.
Sayarız ki muhatabımız namaz kılmama hastalığına yakalandığını hissettiği dakikalarda, sorunun nereden kaynaklandığını bilsin. Sahte ilaçlara değil de doğal ilaçlarla tedavi olsun, diye bunu yaparız. Yan etkiye maruz kalmayacak şekilde hastalığından kurtulsun diye, bunu yapmak zorundayız. Ve son olarak, reçetemizi sunarız. Reçetemizin içerisinde de namazlı adamlarla beraber olması gerektiği, abdestli bir hayat yaşamak gerektiği, her an ölebileceğini ve ilk sorgunun namazdan olacağını akıldan çıkarmamasını gerektiği gibi maddeler olur. Teşhis, tahlil ve reçete üçgeni…
Mevcut durumumuz
Gözlerimizin önünde cereyan eden durumumuz için çok söze hacet yok herhalde. Bankalarımızın evlerimizi istila etmiş olması, zinanın ayıp olarak telakki edilmemesi, kız arkadaşı veya erkek arkadaşı olmayan gencin ayıplanıyor olması, mevcut durumumuzu izah ediyordur sanırım. İnsanların kimi niye öldürdüğünü bilmeden sinek öldürür gibi cana kıyıyor olması, erkeklerin kadınlaşması, kadınların erkekleşmesi gibi her an bir köşe başında gözümüze çarpan durumlar, seviyemizi tespit etmek için yeterlidir sanırım.
Camilerimizin boş olmasını, herkesin kendi tarikatına, cemaatine, partisine din muamelesi yapmasını, evlenmekten daha fazla boşanma oranlarına sahip olmamızı, aile kurumunun, televizyonlardaki adı evlilik kendi rezalet programları ile dinamitleniyor olmasını, en alttan en üste kadar herkes görüyor ve biliyor.
Televizyona evlatlık verilen çocuklarımızı, bereketsiz ömürlerimizi, teknolojinin ellerimize kelepçe vurmuş hali olan telefona bağlılığımızı, tartışmadan iki bardak çay içemeyecek kadar yıpranmış kardeşlik mefhumunu söylemeye gerek yok herhalde. Futbolun ve siyasetin tasallutu altındaki zihinlerimizi Kur’an’a açamıyor oluşumuzu, internetten baktığımız iki satırlık yazılarla “büyük Hoca efendi” triplerine giriyor olmamız, mevcut durumumuzun sosu mesabesinde. Ama esas mevcut durumumuzu bunlar izah etmeye yetmeyebilir. Bunların hepsinin oluşmasına neden olan ve mevcut durumuzu tam da gözler önüne seren ama kimsenin itiraf etmek istemediği veya gözünden kaçırdığı şeyi sizlerle paylaşmak istiyorum.
En büyük hatamız
Artık vazgeçemeyeceğimiz yanlışlarımız var. Bu yüzden, İslam’ın bunlara uygun bir din haline gelmesini istiyoruz. Yanlışlarımızdan değil, İslam’dan vazgeçiyoruz. Kusuru kendimizde değil de dinimiz de arıyoruz. Değişmesi gerekenin biz değil, dinimizin olduğunu düşünüyoruz. Okunan ayetlere ve hadislere, bize yapılan nasihatlere madde madde bahaneler bulurken, İslam’ı yaşamak için bir bahane bulamıyoruz. “Ama, yani, ne derler” gibi itiraz cümlelerinin bol miktarda ortalığa serpiştirildiği hayatlar yaşıyoruz.
Müslümanın “teslim olan” demek olduğunu unuttuk. İslam’ı teslim almak istiyoruz! Seküler bir İslam istiyoruz. Paramıza karışmayan, aile hayatımıza müdahale etmeyen, siyasetimizi teğet geçen, arkadaşlık ilişkilerimizi programlamayan bir din anlayışımız var artık ne yazık ki. Yormayan, yıpratmayan, fedakârlık istemeyen İslam algısı, mevcut durumumuzun gözlerden kaçan ama her şeyi cem eden izahıdır. Günahlarla bu kadar kolay karşılaşıyor olmamız ve bu kadar kolay işliyor olmamız hep bu yüzdendir. O yüzden, günahlara karşı başkaldırmıyor ve itiraz cümleleri kurmuyoruz. Çünkü istenilen gibi değil, istediğimiz gibi yaşayıp cennete gitmek istiyoruz.
Evet, Müslümanız ama İslam’ı hakiki yönleri ile istemeyen Müslüman olduk. Bu halimiz, ümmetin şu yüzyıla kadar yaşamadığı bir durumdu. Bundan önce de bu ümmetin içerisinde faiz yiyenler, kumar oynayanlar oldu. Zina yapanlar, hırsızlık yapanlar oldu. Ama tövbe etmesini bildiler. Bu durumlarını kanıksamadılar. Oysa biz, günahları kanıksamış ve durumdan şikâyetçi olmadan bir hayat yaşıyoruz. Fakat hatayı kabul etmeyince tövbesi de mümkün olmuyor. İslam’ı sadece paralı askerlerin yaşayabileceği bir din gibi görüyoruz. Halimizin izahı budur.
Bu Duruma Nasıl Geldik?
Biz bu duruma, Batı denen tek dişi kalmış canavara karşı izzetimizi yitirdiğimiz gün geldik. Onları taklit etmeye, onların bizden üstün olduğunu düşünmeye başladığımız gün, fitili ateşlemiştik. Onların bindikleri arabalara binmenin hayali, onların oturduğu evlerde oturma hayali, bizi bu hale getirdi. Kazanıp kaybetmenin dünya üzerinde gerçekleşen bir olgu olduğunu sandığımız gün, yolun yarısına gelmiştik zaten.
Bizi şu duruma iki grup getirdi. Biri, Allah’ın dini olan İslam’ı batılılara yaranmak için kuşa çevirip herkesi cennete dolduranlar, diğeri ise yapamadığı hükümleri İslam’ın dışına atıp İslam’ı daraltanlar.
Birinci grup İslam’ı, kırmızıçizgisi olmayan, herkesin değişmeden de sevebileceği bir din haline getirmeye çalıştı. Birileri mutlu olsun diye, inkâr edilmeyen bir iman maddesi bırakmadılar dinde. Kader de neymiş diyerek kaderi inkâr ettiler. Kâfirler bizi yanlış anlamasın, o yüzden Âdem Aleyhisselam’a bir baba bulmamız lazım diyerek, bir baba arayışına girdiler. Hadislerin hepsine uydurma dediler. Erkeğe iki, kadına bir hisse veren miras hükümlerini, “tarihsel” diye yorumlamaktan ar etmediler. Haşa “Allah’ın geleceği bilmediği” görüşüne kadar işi vardırdılar. Bu düşünceler ve tavizler sonucunda batının razı olacağını düşündüler. Ama ne batı onlardan razı oldu, ne Müslümanlar. Saç tellerinin inceliğine kadar, yüzlerce farklılığı (Allah’a kulluk hariç) olan kadın ile erkeği eşitleme çabaları, İslam’ın birçok hükmünü inkâr etmeye kadar götürdü bu grubu. Cici mi cici bir dinimiz oldu artık. Yeter ki batı bize kötü, terörist demesin. Görünürde var olan ama ölü bir kuşa çevirdiler dinimizi.
İkinci grup ise birinci grubun yaptığını farklı bir metot izleyerek yaptı. Belki de kendileri korkak olduğundan, Kur’an’daki onlarca cihat ayetini bir kenara itmeye kalktılar. Buldukları bir cami köşesi ve gül kokulu tespihlerle (tespih çekmek mübarek bir iştir) bu dininin hükümlerini cami ile sınırladılar. Kâinat dini oldu bizim caminin dini. İslam’ın bir elinde kalem, diğer elinde de sözü dinlensin diye, gücün olması gerektiğini inkâra yeltendiler. Kurtuluş istediklerini ama kan, ter ve gözyaşının akmaması gerektiğini de söylediler. Basit bir YGS sınavı için bile ter akıtmak gerekirken, kâinat dini olan İslam için klimalı veya alttan ısıtmalı camilerde tere razı olmadılar.
Biri kıstı diğeri genişletti. Biri bizi sevsinler dedi, diğeri bize dokunmasınlar da ne yaparsa yapsınlar dedi.
Reçetemiz…
Kurtuluş reçetemiz, ne İslam’ı daraltan ne genişleten, olduğu gibi kabul eden ve yaşayan bir nesil yetiştirmektir. Hiçbir ideoloji ile yamanmaya razı olmayan, kınayanın kınamasından korkmayan, hükümlerini yapamasa bile İslam üzerinde operasyon da yapmayan bir nesil, bizim reçetemizdir. Bedel ödemeye razı, gözü pek, ne ahmaklar gibi korkak, ne de cahiller gibi cesur olmayan, her şeyi yeri ve zamanında yapan bir nesil, bizim reçetemizdir.
Tespih zamanı, caminin en kuytu köşesinde Rabbi ile baş başa, iş kuvvete geldiğinde meydandaki yerini alan genç nesil, bizim reçetemizdir. Ezan okunduğunda camide, annesi su istediğinde mutfaktaki yerini alan genç nesil, bizim reçetemizdir. Çünkü bu nesil, kendini kurtarmadan başkasını kurtaramayacağını bilir. Çünkü bu nesil, benim girmediğim cennete herkes girse ben bir şey kazanamam, der. O yüzden önce kendinden başlar. Olmadan oldurmaya çalışmaz.
Evet, kurtuluş, İslam’ı tam anlamış nesillerle olacak ama bu neslin ilke özelliği önce kendisini kurtarmasıdır. Kendi bataklıkta olanın başkasının ellerinden tutması, onu da bataklığa çekeceğinin göstergesidir. Ölmek üzere olan bir doktorun, hangi hastaya faydası olabilir. Kendi can çekiştikten sonra, doktor olsan ne olur hasta olsan ne olur. Kurtuluş isteyenler, sokakları İslam’a teslim etmek isteyenler, önce İslam’dan utanmamayı öğrenecek, sonra kendinden başlayacak.
Kullanacağımız İlaçlar
- İmanımızı canlı tutacağız. Haber bültenlerine aldanıp İslam’ın ve Müslümanların yenik olduğunu vehmetmeyeceğiz. Perdeler açıldığında, gerçek kazananın biz olacağımıza yakin bir şekilde iman edeceğiz.
- Akidemizi öğreneceğiz. Fikir dünyamızı İslam şekillendirecek. Birilerinin bayisi gibi davranmayacağız.
- Gruplaştırmadan bütün Müslümanları bağrımıza basacağız. Onlar bizi itse de, onlar bize gelmese de kardeşlik bağlarını korumak için elimizi uzatmaktan içtinap etmeyeceğiz.
- Cennete girene kadar salih amele doymayacağız. Her anımızı ibadet edecek şekilde dizayn edeceğiz. Bir bacağımız değil, bütün vücudumuzla cennete girene kadar durmadan çalışacağız.
-Fatih Sultan Semiz