“Bir eylem insanı gibi düşün, bir düşünce insanı gibi eyleme geç.” Henri Bergson
Nasıl ki yerküre üstündeki bölgeler, şehirler ve ülkeler, önemlerini, kesin referans noktaları olan koordinatlarından elde ediyorlarsa bireyler de fiziksel değil ama düşünsel önemlerini ve benzersizliklerini, belirledikleri sarsılmaz referans noktalarından kazanırlar.
O halde sorulması gereken soru şudur: Her olgunun, her değerin uçucu olduğu günümüzün pek modern ve bulanık fikri atmosferinde, kişiler, kendilerine kayda değer bir hayat sağlayacak referans noktalarını nasıl tayin edebilirler?
Düşünsel coğrafi şuuru ararken
O halde bu referans noktalarını ararken, çıktığımız yolda ilk durağımız önümüzü görmek, bunu başardıktan sonra, ilgili noktaları tayin etmek olmalıdır.
Yaşamın birbirini takip eden artı ve eksilerden müteşekkil olduğu aşikârken, oldukça karamsar olabilecek bu arayışta, bazen en doğru yöntem, genel kanının tersi yönde düşünmek olabilir.
Bu düşünme yöntemini, Batı tarihinde ilk ve belki de en iyi uygulayanlardan biri ise Aydınlanma’yı başlatan filozof Descartes’tir (Dekart). (Onun gizli akıl hocasının ise İmam-ı Gazali olduğunu ve geliştirdiği düşünce yönteminin bugün “metodik şüphecilik” olarak adlandırıldığını belirtmeden geçmeyelim.) Yatağında uzanıp düşünmeye başlamadan önce ki aynı zamanda ünlü bir matematikçi olan düşünürün irdeleme yöntemi gerçekten bu olup bazen günlerce yataktan çıkmadığı olurdu. Hiçbir gerçeğin doğru olarak kabul edilmemesi önermesini benimser.
Şu soruyu sorar filozof: Bir şeyin kesinliğinden nasıl emin olabilirim? Ancak kendi odasındakilerden, kafasındakilerden ve düşüncelerinden başladığı bu yorucu yolculuk, onu bir çıkmaza sürükler. Nihayetinde el attığı maddelerden bir kesinlik bilincine varamaz; her şey uçucudur.
Sonra birden kafasında ampul yanar. Her şeyi sorgulayabilmek, başlı başına bir varoluş sebebi değil de nedir! Bu vesileyledir ki ünlü “Düşünüyorum, o halde varım.” kök sebebine ulaşır.
Tam da burada, arzuladığımız referans noktalarına ulaşma çabalarımızda, ileri doğru bir adım daha atmış oluruz. Bizim de kendimize ve düşüncelerimize uygulayacağımız yöntem bu olmalıdır.
Bize gün boyu sosyal medyada, televizyonda, yazılı basında, magazin programcılığında dikte edilen düşünce yapısı, rol modeli olarak sunulan ayaklı reklam tabelaları, gizliden gizliye bilinçaltımıza enjekte edilen ayrıntılara saklanmış şeytani öğütler, bu dünyanın metalarıdır. Marketlerdeki gibi üstünde yazmasa da hepsinin gizli bir son kullanma tarihi mevcuttur. Son kullanma tarihi olup da katkı maddesi içeren her ürün gibi, bu örneklerin de muhtevasında dünya için ve dünyada üretilmiş sanal katkı maddeleri bulunur.
O halde örneğini verdiğimiz Descartesvari düşünce yöntemini uygulayarak, tersten, rahatlıkla şöyle fikir yürütebiliriz: Eğer uçucu bu referans noktalarının kesinliğini bizatihi ben sorgulayabiliyorsam, asıl aramam gereken gerçekler bizim içimizde, bizim keskin filtrelerimizden geçmiş düşüncelerdedir. Dolayısıyla, bu referans noktalarının aksi istikametinde neler var, bunlara bakmalıyız.
Gerçeğin peşinde…
1999 yapımı The Matrix filminde, gerçek arayışı peşindeki usta bir bilgisayar korsanı olan Neo’nun hikâyesi anlatılır. Günün birinde yolu bilge Morpheus’la kesişir. Buluştukları anda Neo ona sorar: “Matrix nedir?” Morpheus şöyle cevap verir: “Pencereden baktığında, evinden dışarı çıktığında gördüğün, senin o acımasız gerçeği fark etmeni engelleyen her şey.” Bunun üzerine Neo, “Hangi gerçeği?” diye sorduğunda, direnişin komutanlarından biri olan Morpheus ona şu anlamlı cevabı verir: “Bir köle olduğun gerçeği…”
O halde gerçeği, yani hayatımızı değerli kılacak referans noktalarını ararken, ilk yapmamız gereken, bizi sistemin bir kölesi haline getiren yalancı putları elimizin tersiyle ve şiddetle bir kenara savurmak, altlarında saklı halde duran hazinelerin farkına varmaktır. Bu hazineler ise dünyevi anlamdaşlarının aksine, son derece basit ve değersiz gibi görünen ahlaki kriterlerdir.
İşe ‘dosdoğru’ olmayı aramakla başlayabiliriz.
Sonuçta, sistem bize canlı olarak uyandığımız her sabah, “Kendi çıkarın için eğilip bükülmek, kendi geleceğin için yalan söylemek serbest,” diye fısıldamaz mı?
“Emperyalizm her şeyden önce, coğrafi bir şiddet eylemidir; bu şiddet aracılığıyla dünyadaki her uzay parçayı keşfedilir, haritası çıkartılır ve nihayet kontrol altına alınır.” Edward Said
Düşünsel coğrafi koordinatlarımızı Tarık Bin Ziyad’ın ve tarihte ölümüne dövüşen birçok komutanın yaptığı gibi geri dönülmez biçimde bir kere elde ettikten sonra, sıra doğduğumuz, büyüdüğümüz, öldüğümüz ve toprağına gömüldüğümüz coğrafyanın -ki bu coğrafyadan kastım Doğu’dur- farkına varmaya gelir.
Hiç düşündünüz mü, neden Batı bir tanedir de, Doğu; uzak, orta, yakın gibi bölümlere ayrılmıştır?
Hiç düşündünüz mü, üzerinde yaşadığımız gezegen, uzay dediğimiz görkemli boşlukta dönerken, alt ve üst kavramına sığınılır ve Batı, haritalarda hep Doğu’ya üstten bakar? Gerçeği yansıtmayan bu ast üst ilişkisi, haritalarda ve bilinçlerde varlığını sürdüregelmiştir.
Her şey, bir önceki bölümde anlattığım Descartes’ın başlattığı Aydınlanmayla eşzamanlı olarak başlamıştır. Coğrafi keşifler, Batılı devletlerin önünde sınırsız bir yağma alanı açmış, sömürgecilikle başlayan üstünlük dürtüsü, her şey bittikten, Doğu’nun posası çıkarıldıktan sonra da devam etmiştir.
Yaşadığımız şuur kaybını nasıl telafi edeceğiz?
Peki, asırlar boyunca, topraklarında kardeşçe bir empati ortamında yaşayan kavimlere emanet olarak bakan bir neslin torunları olarak, uğradığımız bilinç kaybını bertaraf etmenin yolu ne olmalıdır?
İlkin iş, ayrımlar gerçeğini benimseyerek, yani dünyanın, tek tarafın istediği şekilde değil, fakir veya zengin fark etmeden bütün milletlerin katıldığı ortak bir fikri temelde daha yaşanılır olacağı gerçeğini benimsemektir. Kolay gibi görünen bu uğraş, aslında oldukça zordur.
Tam da bu noktada işe, neden düşünsel coğrafi şuurla, olgunluk kazanmayla başlamamız gerektiği ortaya çıkar. Zira kişisel olarak kendine artı değer katmayan, olgunlaşmamış korkak insan, kendisine sunulan Batı yanlısı, tek taraflı algı rüzgarına kapılacak, bazılarınca kudurmuşçasına istenen tek tip dünya ve tek tip insan prototipine uygun hale gelecektir.
Atılması gereken ikinci adım ise Doğu halklarının, özellikle ekonomik çıkar aygıtlarının içinde oradan oraya savrularak kısır bir döngüyü yaşayan Ortadoğu milletlerinin, unutulan haklarını ne pahasına olursa olsun savunmak olmalıdır.
Bu bilinç, kendinden olmayan bir insanın haklarını savunmak, adalet ve özgürlük sevdasına tutulmak anlamına gelir. Bu sevda ise artıların ve eksilerin birbirini kovaladığı geçici dünya hayatında erişilebilecek yegâne kutlu bilinçtir.
-Ali Onur Şahinoğlu