Kurtuluş Allah’a imanla mümkündür
Kur’an-ı Kerim, yetiştirmeyi amaçladığı insanın özelliklerini değişik sûre ve ayetlerde uzun uzun anlatmıştır.(1) Böyle bir insan tipinin pratikte de gerçekleşmesinin mümkün olduğunu göstermek için; yaşayan “üsve” olarak Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi vesellem)’i (2) ve diğer peygamberleri örnek vermiştir.(3) İnsanların kuru kuruya bir aidiyet duygusuna kapılarak, iman ve salih amelden uzak hayat tarzlarını yeren Kerim kitabımız, ilkelerini net olarak ortaya koymuştur. Kurtuluşun; Allah’a ve ahiret gününe imanla ve dini, içten gelen bir bağlılıkla, Allah (celle celaluhu)’ın istediği gibi yaşamakla mümkün olacağını (4) bizlere bildirmiştir.
Hz. Peygamber (sav), kuru kuruya bir aidiyet duygusunun, insanı kurtaramayacağını şu hadislerinde açıkça belirtmiştir: “Bir kimseyi, ameli geride bırakmışsa nesebi onu öne geçirmez.”(5) Dünyevî ve uhrevî kurtuluşun iman ve salih amelde olduğunu sık sık vurgulayan Kur’an-ı Kerim’in ilgili ayetlerini, Peygamberimiz şu veciz sözleriyle açıklamıştır: “Şüphesiz ki; Allah, sizin fiziki şekillerinize ve mallarınıza değer vermez. Ancak sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.”(6)
Tüm bu ayetlerin ve Hz. Peygamberin açıklamalarının gayesi; insanları, değerler üretmeye ve üretilen bu vahiy eksenli değerlere göre mutlu bir topluluk kurmaya teşvik içindir. Böyle bir dünyayı kurma uğrunda, günahlara batma veya Allah için çalışmalardan geri kalma durumu söz konusu olduğunda, Allah (cc), “istiğfar”ı bir arınma yolu olarak bizlere sunmuştur. Her şeyi terk ederek umutsuzluğa düşmek yerine, istiğfar; yeni umutlara açılan ilk kapıdır.
Allah’tan umut kesmek Mümin sıfatı değildir
Şeytanın, insanları Allah’la kandırması ne kadar kötü bir şey ise Allah’tan ümit kestirmesi de o kadar kötüdür. Her iki durum da Mü’min’in sıfatı değildir. Aksine, Allah’tan ümit kesenlerin ancak sapıklar (7) ve kâfirler olduğunu (8) biz Kur’an-ı Kerim’den öğreniyoruz. Yüce Allah, ne kadar günahkâr olursak olalım, af yolunun, umuda bakan kapının her an açık olduğunu bizlere şu buyruğu ile müjdelemiştir: “(Benden onlara) haber ver ki; ‘Ey kendi aleyhlerinde ölçüyü taşıran kullarım, Allah’ın Rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz, Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir.”(9)
Aslında, umut adına salih amelleri terk ederek Allah’tan uzaklaşma da, O’ndan umut keserek kötülüklere dalıp onları hayat içerisinde doğallaştırma da Allah’ı vahiy referanslı bilmemekten kaynaklanan bir durumdur. Çözüm, Allah’ı gereği gibi bilmede; marifetullahta (Allah’ı tanımada) derinleşmededir.
Kur’an-ı Kerim, Allah’ı gereği gibi bilen Mü’min insanın durumunu en güzel şekilde şu ayette ortaya koymuştur: “Onlar (geceleyin namaz kılmak için) yataklarından kalkarlar. Rablerine korku ve umutla dua ederler. Ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.”(10)
Mü’min’in hali; korkuyla umut arasında olmalıdır. Buna dini literatürümüzde “beyne’l-havf ve’r-recâ” denilmektedir. Bu hali daha iyi anlayabilmek için ilgili kavramları biraz açmakta fayda var.
Havf ve Reca…
Havf; Allah’ın gazabından, azabından veya cehennemden duyulan korkudur. Gelecekte elde edilmesi umulan iyi bir şeyi kaybetmekten veya başa gelmesinden endişe edilen kötü bir şeyden ileri gelen korkudur.(11) Bu korku, kalpte bir huşu meydana getirir ki neticede Hakka daimi bir boyun eğme hali ortaya çıkar.(12) Eğer kişi, bu korku neticesinde işlemiş olduğu günahları terk etmiyorsa gerçek anlamda korkmuş sayılmaz.(13)
Recâ ise emel ve ummak demektir. Gelecekte kalbin arzuladığı şeylerin meydana gelmesini istemektir.(14) Buna bağlı olarak, kişinin arzuladığı duygu ve düşünceler; geçmişle, şu anki hal ile veya gelecekle ilgili olur.(15)
Havf ve Haşyet’le ilgili Kur’an-ı Kerim’de onlarca ayet vardır. Bu ayetleri ayrı ayrı tefsir ederek konuyu gereksiz yere uzatmamak gerekir. Fakat şu da bir gerçek, Allah korkusu Mü’min’in temel vasfıdır. Mü’min kişi böyle bir sıfatı, “Her nerede olursa olsun Allah’la olduğunun” (16) bilincine varmakla kazanır.
Sadece “Müslümanım” demek yeterli değildir.
Hz. Peygamber (sav) da Mü’min insanda olması gereken bu iman bilincini şu sözleriyle açıklamıştır: “İmanın en efdali, her nerede olursan ol, Allah’ın seninle olduğunu bilinendir.” (17) Bu bilinçle olgunlaşan bir ruh halinde, Allah korkusu zirveye çıkar ve neticede kıymetin kulluk bilincine göre oluştuğu yeni bir değer sistemi ortaya konmuş olur. (18) Önemli olan, bu hâli “makam” dediğimiz daimilik durumuna kavuşturmak, onu bir meleke haline getirebilmektir. Eğer meleke haline gelmezse, “Bu ümmetten kalkacak olan ilk hasletin huşu olduğunu” Peygamberimiz zaten haber vermiştir. (19)
Kur’an-ı Kerim’deki bazı ayetlerden, bir takım korkuların doğal olduğunu öğreniyoruz. (20) Fakat bu korkunun bir de müstakim çizgide olmayan boyutları vardır ki insanlardan, Allah’tan korkar gibi korkmak (21) ve şeytana karşı duyulan mutlak anlamda korkudur. (22) Toplumlarının en şecaatli insanları olan peygamberleri örnek alan Mü’minlerin, bu iki korkuyu da yenmesi gerekir. Eğer bu korkular yenilmezse, neticede psikolojik bir rahatsızlık oluşur ki böyle kişi ve toplumların yüksek bir medeniyet kurmaları, olumsuzluklara karşı mücadele vermeleri, siyasi ve iktisadi kölelikten kurtulmaları imkânsızdır.
Allah korkusunun ve boş kuruntulara kapılmamanın en güzel şeklini ortaya koyan Secde Suresi’nin 16. ayetinde Mü’minlerin; “Korku ve umutla yalvarmaları” Allah’ın onayıyla bizlere sunulmaktadır. Onlar sadece; “Müslümanım” demenin yeterli olmadığını bildikleri için geceleyin namaza kalktıkları gibi; namazda, ayakta, otururken ve uykudan uyanınca Allah’ı zikretmektedirler. (23)
Hasan-ı Basrî (kuddise sırruhu), Mü’minlerin teheccüd namazına kalkmaları (24) ile Allah ve cehennem korkusu arasında ilgi kurmuştur. Aynı ayette, Sahabenin Allah korkusuyla çok uyumadığına da övgü vardır. (25) Ayetten, evrensel anlamda bir sonuç ortaya koyacak olursak; Allah (cc) korkusunun bir tezahürü olarak iman ettiğini söyleyen insanların daimi bir zikir, fikir ve eylem içerisinde olmaları gerekir. İmanın bir bedeli olmalıdır. (26) Sadece inandım deyip kasıtlı olarak amelden uzaklaşmak, Yahudileşme ve Hıristiyanlaşma temayülüne bağlı faydasız bir aidiyet duygusudur.
“Reca” dediğimiz, Allah’ın rahmetini umma duygusu, Allah korkusu ve buna bağlı salih amellerin bir sonucudur. Öncülleri sahih temellere oturtmadan, güzel sonuçlar beklemek, şeytanın aldatmasıdır. “Yakın akrabalarını (öncelikle) uyar.” (27) ayeti nazil olduğunda, Hz. Peygamber (sav), akrabalarını toplamış ve en yakınlarına şöyle demiştir: “Ey Abdulmuttalib’in kızı Safiyye, Ey Muhammed’in kızı Fatıma, Ey Abdulmuttalib oğulları; benim malımdan ne isterseniz isteyin, fakat size (Allah’tan) gelecek bir şeyi benim defetmeye gücüm yetmez.” (28) Hadis’in son kısmındaki, “size gelecek şey” ifadesi, insanın özgür iradesinin sonucunda, ahirette başına gelecek şeylerdir. Ama biz bu nebevî buyruktan şunu öğreniyoruz; iman ve salih amellerle yoğunlaşmış bir hayatımız yoksa peygambere çok yakın da olsak, onunla akrabalığımız bile olsa hiçbir önemi yoktur.
İslam’da sorumluluk ferdidir
Bu hadise göre şunları söyleyebiliriz; İslâm’da sorumluluklar öncelikle şahsa aittir. (29) Herkes kendi hilafet görevini, kendisini evrende özne konumunda görmek suretiyle yerine getirmelidir. Bu görevler yerine getirilmiyorsa başkasının kendisine hiçbir faydası olmayacaktır. Bazı ahlaki çöküntüler, zaten kendimizi üstün bir yerde görmemiz neticesinde aramızda çoğalmadı mı? Kısaca; bizimkilerin (!) yaptığı ahlaksızlıkları meşrulaştırmadı mı? Yapacağımız şey Hz. Ömer (ra)’in ahlakî bilincini kuşanıp, yerimizle övünmektense; “Bir kişi cehennemliktir” dense “Ben miyim diye korkmak” veya “Bir kişi cennetliktir” dense “Ben miyim diye umabilmektir.”
Yarın hayrı umabilmek için, bugün hayırda yarışmak gerekir…
-Dr. Mehmet Sürmeli