Merhum Prof. Nihat Çetin Hocamız hem büyük bir âlim hem de tam bir İstanbul efendisiydi. Yazık ki, yazıklar olsun ki; irtihalinden bu yana yaklaşık yirmi beş yıl geçtiği halde, bir armağan kitap hariç hakkında dört başı mamur bir biyografi kaleme alınmadı. Bilmem ki bu vefasızlığımızı “Şeyh Vefa hazretlerine” şikâyet etsek doğru hareket etmiş olur muyuz?
Nihat Çetin Hoca, güzel yazı konusunda da büyük bir maharet sahibiydi. Yani usta bir hattat idi. Hiçbir hocadan meşk etmeden kendi kendini yetiştirmişti. Bir gün, vefatından sonra yazılan makalelerden birini okurken onun bu özelliğine işaret eden şu cümlelerle karşılaştım:
“Hüsn-i hat sanatıyla da meşgul olmuş, ancak hiçbir hocadan meşk etmemiştir. Bu husus kendisine sorulduğunda; ‘yurdumuzda, bilhassa İstanbul’da yaşayan bir kimsenin etrafı sayısız hat hocalarıyla doludur. Zira camiler, kabirler ve birçok eski eserlerdeki kitabeler olsun, kütüphanelerdeki nice Kur’an-ı Kerim nüshaları ve nadir yazma eserler olsun, bunların her biri, görebilen kişi için değeri biçilmez hüsn-i hat hocalarıdır’ derdi. Usta hattatların imzasız yazılarını, üsluplarından tanıyabilen dostu Uğur Derman’a kendi yazdığı hattı imzasız olarak gösterip ondan ‘ustaca yazılmış bir yazı’ hükmünü duyuncaya kadar bu şekilde hat meşk etmiş, hattın kendisine ait olduğunu açıklamamıştır.”
Bakmasını da bilmiyoruz, görmesini de
Erbabının ve merak ehli kimselerin gayet iyi bildiği gibi, Osmanlı medeniyeti bir bakıma taşa yansıyan, taşı taşlıktan çıkarıp sanat eseri haline getiren bir medeniyettir. Başta çeşmeler, sebiller, kabir taşları olmak üzere diğer bütün Osmanlı eserlerindeki kitabeler bu medeniyetin canlı göstergeleri olarak arz-ı endam ediyorlar. İstanbul’da adım başı bu kitabelerden biriyle karşılaşabilirsiniz. Bütün mesele, Nihat Hoca’nın belirttiği gibi, görebilmekten ibarettir. Eskilerin “basar” ve “basiret” dediği baş gözüyle kalb gözü ittifak edince, hem ilahi hem beşeri sanat eserlerindeki güzelliklerin ve özelliklerin – hiç değilse bir kısmına – nüfuz edilebiliyor. Bugün maalesef hassasiyetimizi yitirdiğimiz için bakmasını da bilmiyoruz görmesini de. Kendi şehirlerimizde yabancılar gibi dolaşıyoruz.
Bir gün Çemberlitaş’tan Bayezid’e doğru ilerlerken yanımdaki arkadaşa, caddenin sonunda bulunan Piyer Loti’nin bir zamanlar kaldığı evi ve duvarındaki enfes Osmanlıca kitabeyi gösterdim. Arkadaş, bir süre hayranlıkla baktıktan sonra, kırk yıldır İstanbul’dayım ve sık sık buradan geçiyorum ama doğrusu hiç görmedim dedi. Nezaketi elden bırakmamak düşüncesiyle sadece görmek için bakmak gerekir, cevabıyla yetindim. ‘Arada sırada İstanbul’u dikkatli adımlarla, mütecessis gözlerle dolaşan merak sahipleri, belli bir süre hayli bilgi elde ederler’ diyorum da muhatapların kimisi sözlerimi mübalağa kabul ediyor, kimisi bön bön yüzüme bakıyor. Hâlbuki söylediğim doğrudur. Öyleyse bir kere daha tekrar edeyim: Gezen bakar, bakan görür, gören bilir, bilen âlim olur!
İlgisizler ve meraksızlar kafilesi
İlgisizler ve meraksızlar kafilesinin ne büyük bir kafile olduğunu anlatmak için koca bir kitap yazmak gerekir. Ancak kâğıda ve emeğe yazık olacağı için buna gerek görmüyorum. Yine de – isterseniz – bir örnek vereyim. Meşhur bir zatın cenaze namazını kılmak için bir gün Fatih Camii’ne gidince orada büyük bir kalabalıkla karşılaştım. Namazdan sonra herkes birbiriyle tanışmaya, konuşmaya ve dostluk tazelemeye başladı. Öteden beri tanıdığım fakat epeydir görüşemediğim bir arkadaş gurubuna – hazır bir araya gelmişken – haydi Fatih Sultan Mehmet Han’ı da ziyaret edelim, dedim. Bazıları bu da nereden çıktı dercesine alık alık yüzüme bakmaya başladılar. Bir kısmı ise isteksiz adımlarla hazireye yöneldi.
Kapıdan girer girmez, bakınız şurada Ahmet Mithat Efendi’nin kabri bulunuyor. Onun az ilerisinde de Ahmet Cevdet Paşa’nın mezarı görülüyor. Daha dipte ise Ali Emiri Efendi yatıyor diye bir nev’i rehberlik yapmak istediysem de kimse oralı olmadı.
Beni asıl şaşırtan şu ki, tam İstanbul fatihinin türbesine yaklaşınca gruptan biri, Fatih’in türbesi burada mı sorusunu yöneltti. Ne yazık ki bu cahilane sorunun sahibi bir öğretmendi ve en az otuz yıldır da İstanbul’da yaşıyordu. “Merak ilmin hocasıdır” sözünü o gün yine hatırlayıp, böyle bir duygudan mahrum olanlara bir kere daha acıdım.
-Dursun Gürlek