Ahlak, bize en çok lazım olan şey, ey nefsim!
Ahlak, bizi en çok biz olduran şey, ey nefsim!
Ahlak, bizi en çok bize getiren şey, ey nefsim!
Ahlak, bizi bize en çok gösteren şey, ey nefsim!
Ahlak, bizim bize tutabileceğimiz en cilalı ayna, ey nefsim!
Durum böyleyken, ahlak hep başkalarında olsun istiyorsun.
Ahlakı hep başkalarında arıyorsun.
Onda, bunda, şunda olsun ahlak!
Ya sende?
Sıra başkasının ben’inden sana, senin ben’ine/sen’ine gelince vaziyet başka bir hal alıyor.
Daha doğrusu, bir türlü sıra sana gelmiyor, ey nefsim!
Çünkü sen doğuştan ahlaklısın!
Sen ahlaklı bir varoluşa sahipsin!
Sen ahlakın diğer adısın!
Sen ahlakın vücut bulmuş halisin, öyle mi? (!)
‘Hoca cemaate söyler, cemaat yanındakine anlar’ derlerdi büyükler; sen de öyle mi yapıyorsun, ey nefsim? (!)
Hiç bir şeyi üzerine almıyorsun.
Hiç bir sözü sana söylenmiş kabul etmiyorsun.
Hiç bir yola kendinden çıkmıyorsun.
Hiç bir yere kendinden varmıyorsun.
Bir ahlak sorunumuz var; var ama ondan daha önemli olanı, ‘bu sorunu kendimizde değil, hep başkalarında aramamızdır’ derim sana ey nefsim.
Öyle değil mi, hadi bari buna katıl…
Ömrümüz hep başkalarında ahlaki kusur aramakla geçiyor.
Ahlaklı olmasını istediklerimiz hep başkaları.
Eleştiri vadisinde sırayı hiç sana getirdiğin oluyor mu, ey nefsim?
Pek getirmiyorsun, değil mi?
Gelmiyor, değil mi?
Dinimiz İslam, kendini bize dört sütun halinde takdim eder, ey nefsim…
Bunlar; itikat, ibadet, muamelat ve ahlak olarak ifade edilir; biliyorsun.
Bu dört sütun asla bir birinden ayrılamazlar.
İtikadımız ibadetimizden, muamelatımızdan ve ahlakımızdan ayrı değildir.
Tabii ki; ibadetimiz, muamelatımız ve ahlakımız da itikadımızdan…
Bunlar bir bütün olarak İslamiyet’tir.
Âlimler kalpteki iman nurunu bir lambanın içindeki ışığa, diğer üçünü de onu çevreleyen ve dış etkilerden koruyan cama teşbih etmişlerdir; buna vakıfsın ey nefsim.
İçte ışık yoksa dıştaki koruyucu camın anlamı kalmaz.
İçte ışık var da dışta koruyucu yoksa o ışık ilk rüzgârda sönebilir.
Dâhili ve harici denge meselesi; bunun da idraki içindesin, ey nefsim.
Peki; ilim böyle derken, irfan böyle ışırken, hikmet böyle parlarken sen kimin ışığının karanlıklarını gözetlemedesin!
İnsanın önce ve öncelikle kendinde ahlak sorgulaması yapmasından daha büyük bir ahlaklılık olmasa gerektir, ey nefsim!
Bu, elbette dışına kayıtsız kalman, etrafındaki ahlaksızları ve ahlaksızlıkları görmemen manasına gelmez.
Ama işe kendinden başlaman en büyük tezkiyedir; bu, fazilet ırmağının başıdır, edep pınarının gözesidir, felah yoluna açılan kapının eşiğidir.
Hiç birimiz melek değiliz, ey nefsim, biliyorum!
Fakat diğerlerinin hiç biri de şeytan değil.
İkisi arasında gidip gelen bir fıtrata sahibiz.
Kur’an-ı Kerim’deki ahsen-i takvîm ve esfelessafilîn…
Sen buna artı sonsuz ile eksi sonsuz arasında yolculuk de.
İnsan bu…
Her türlü hatayı, yanlışı, ahlaksızlığı yapabilir ve her tülü günahı işleyebilir.
Yaratılışı bu, doğası bu…
Ancak, -bir daha yapmamak üzere- pişmanlık ve tövbe de insan için, ey nefsim.
Burada en önemli nokta, insanın kendine özel gördüğü bu hakkı, diğer insanlara da özel görmesidir; hatta önce onlara…
Arifler insanın kendi nefsini firavunun nefsinden bile yetmiş kat aşağıda görmesi gerektiğini öğütlerler, ey nefsim!
İşte, tüm kapıların kilidini açan anahtar!
Bu sana, işe senden başlaman gerektiğini gösteren en güzel nasihat.
Ahlak polisi olmadan önce derunundaki karakola uğramak yani…
Sana öz-ahlaklılığı vaz eden varlık orada; vicdan, vicdanın…
Ahlak, vicdanın sesini dinlemendir, ey nefsim…
-Mustafa Şen