Kuran’da vücuh (farklı) anlamlar ifade eden kavramlardan birisi de emanettir. Emanet; akıl, irade, özgürlük (1), din, dini teklif ve sorumluluklar; farzlar, Allah Teâlâ’nın koyduğu hududa riayet, itaat, cünüplükten yıkanmak, siyaset, yönetim, vaatler, yapılan sözleşmeler, namus, (2) namaz, oruç, zekât ibadetlerini eda edip haramlardan kaçınmak, (3) mali konularda güvenilir olmak (4) gibi manalara gelmektedir.
Emanete riayet etmeyenin dini yoktur
Abdullah b. Ömer (ra), Allah’ın insana yüklediği en büyük emanetin namusu; cinselliği korumak olduğuna dikkat çekmiş ve muhafazasının önemine vurgu yapmıştır. Namus emniyetini ihlal eder endişesiyle kulağın, gözün, dilin, ayakların da harama düşmekten engellenmesi gerekir demiş ve bütün bunları korumayı emanet olarak nitelemiştir. Daha sonra da “Emanete riayet etmeyenin dini yoktur.” hüküm cümlesiyle emanete bakışını netleştirmiştir.(5)
Dinin, akıl sahibi varlıklara özgür iradeleri çerçevesinde yüklenen şer’i teklifler olduğunu düşünürsek, emanet kavramı ile din, teklif ve irade arasında yakın bir alakanın olduğunu görürüz. Bundan dolayı Allah Teâlâ, teklifleri akıl sahibi varlık olan insana yüklediğini şu ayette belirtmiştir: “Biz, emaneti semalara, yerlere ve dağlara arz ettik; fakat onlar bu teklifi yüklenmekten kaçındılar. Nihayet emaneti insan yüklendi…” (6)
Emanetin insana yüklenmesindeki esas hikmet, insanın emaneti taşımaya layık olmasındandır. Bu sebeple Allah Teâlâ, daha işin başında emaneti layık olana vermiş ve böylece kullarına da bu konuda evrensel bir sünnet koymuştur. Hatta risalet gibi bir emanetin niçin şairler ve zenginlere verilmediğini soran Mekke müşriklerine Yüce Allah şu cevabı vermiştir: “Allah, risaleti kime vereceğini en iyi bilir.” (7) Esasında işi ve görevi ehline vermek, Allah’ın (cc) ‘el-Adl’ isminin evren, insan, toplum ve kurumlar üzerindeki yansımasıdır.
İnsanlar görevi layık olanlara verdikleri oranda Allah Teâlâ’nın bu isminden nasiplerini almış olurlar. İşi ehline vermeyenlerin Allah’ın bu isminin tecellisinden zerre kadar nasipleri yoktur.
Allah Teâlâ’nın işleri ehil insanlara tevdi etmesiyle bağlantılı Kur’an’da onlarca ayet vardır. Konuyu zihinlere yerleştirmek açısından şu örnekleri bir defa daha hatırlatmakta yarar görüyoruz
İnsanı bilgiyle donatıp emaneti taşımaya hazır hale gelince Allah Teâlâ, ona hilafet görevi vermiştir. (8) Hz. İbrahim’i (as) önce çeşitli konularda denemiş sonra önderlik makamına getirmiştir. (9) Talut’un ordu komutanlığına İsrailoğulları itiraz ettiklerinde, Yüce Allah ilim ve fiziki açıdan üstün olan bu kişinin emanete herkesten daha layık olduğunu bildirmiştir. (10) Fetih yılında Kâbe’nin anahtarlarını Osman b. Talha’dan almak isteyen Müslümanlara ise Yüce Allah şu buyruğu ile müdahalede bulunmuştur: “Allah, emanetleri kesinlikle ehil/layık insanlara vermenizi emretmektedir…” (11) Bu ayetin nüzulü ile beraber Kâbe’nin anahtarları yeniden Osman b. Talha’ya iade edilmiştir.
Din ve siyaset iki kardeştir
Ayetleri ve hadisleri doğru anlamak ve bu uğurda çaba sarf etmek çok önemli bir davranıştır. Nasları bağlamlarından kopararak keyfi anlamlar yüklemek usul eksikliğinden kaynaklanan ciddi bir arızadır.
İdeolojik körlüğe maruz kalanlar siyasetten kaçınmayı ve İslam toplumunda görev istememeyi yerinde ve bağlamında anlayamayıp idareyi kâfirlere ve münafıklara teslim etmeyi marifet sayarlar.
Siyasetin en faziletli bir ilim ve uygulama olduğunu kavrayamayan bu zavallı kişilere Hz. Ali’nin (ra) şu sözünü hatırlatmakta yarar görüyoruz: “Din ve siyaset iki kardeştir. Biri diğerinden müstağni değildir; birbirlerine ihtiyaç duyarlar. Din esastır; temeldir. Siyaset ise bekçidir. Temel olmazsa yıkılır; bekçi olmazsa din zayi olur.” (12) Yüce Allah, 200’den fazla velayetle ilgili ayette hiçbir kâfirin; Yahudi’nin, Hristiyan’ın, münafığın, müşrikin ve ateistin Müslümanlar üzerinde velayet haklarının olmadığına vurgu yaparak onlara siyasette önderlik makamlarının verilmemesini emretmiştir.
Zira bu grupların tamamı, insanları haktan saptıran dalalet ehli kimselerdir. Hz. Peygamber (sav) ise bu tip yöneticilere karşı ümmetini şöyle uyarmıştır: “Ümmetim üzerine en çok korktuğum şey, onları haktan uzaklaştıracak olan sapık önderlerdir.”
Müslümanlar siyasi emaneti kaybettiler
Modern siyasette vahye muttali olmanın yerini sermaye, şöhret, asabiyet, lobi faaliyetleri ve dünyevi formasyonlar aldığı için Müslümanlar siyasi emanette ideallerini bilerek veya aldatılarak kaybettiler; sonuçta ise yıkılan dinleri oldu. Sadece siyaset değil, diğer alanlarda da emanete liyakat gözetilmez olmuştur.
Dernekler, vakıflar, ilmi kurumlar atamalarda ehliyeti hesaba bile katmamaktadırlar. İşler bilerek liyakatsiz insanlara verilmektedir. Torpil denen şeyin girmediği yer kalmamıştır. Peygamber Efendimizin şu buyruğunu akademisyenler, siyasiler, işverenler, kanaat önderleri, amirler hiç duymadılar mı?
Resulullah (sav), konumuzla ilgili ikaz ve yönlendirmesini şu çarpıcı ifadelerle yapmıştır: “Kim, Müslümanların bir işini üstlenir ‘velayet makamına gelir de’ onların üzerine layık olmayan birisini o kişiye olan sevgisinden dolayı atarsa, Allah’ın laneti onun üzerine olsun. Allah, onun hiçbir amelini kabul etmesin ve cehennemine girdirsin.”(13)
Ben seni ‘çok seviyorum ama’ zayıf görüyorum
Siyasal emaneti güçlü insanların omuzlarına yükleyen Allah Resulü, çok sevmesine rağmen Ebu Zer el Gıfari’ye görev vermemiştir. Görev vermeyişinin gerekçesini ise ona şöyle açıklamıştır: “Ey Ebu Zer! Ben seni ‘çok seviyorum ama’ zayıf görüyorum. Sakın, iki kişi de olsa onlara başkan olma ve hiçbir yetimin malına da yöneticilik yapma.” (14)
Siyasette zayıflık emanete liyakati düşürür. Neticede birçok kimsenin zulüm görmesine neden olunabilir. Nitekim Ebu Zer’in (ra) öyle içtihatları var ki onlara halkın genelinin dayanması çok zordur. Bu içtihatların birçoğu onun özel hayat tarzıdır. Umuma teşmil edilecek olursa toplumsal sıkıntıların çıkma ihtimali Resulullah’ı, Ebu Zer’e karşı böyle bir söz söylemeye sevk etmiştir. Resulullah’ın bu uygulaması Ebu Zer’in kıymetinden bir şey kaybettirmemiş ama siyasal anlamda Müslümanlara büyük katkılar sağlamıştır.
Hz. Peygamber (sav), siyasal zayıflıkla beraber gerçek bir İslâm toplumunda kişinin yönetime kendiliğinden talip olmasını da hoş karşılamamıştır. İnsan kendisini siyasette ispat etmeli, kardeşleri de onu gerekli yerlere liyakati sebebiyle önermelidir.
Ebu Zer gibi yönetime talip olan Abdurrahman b. Semure’ye Resulullah, şu uyarıyı yapmıştır: “Ey Abdurrahman! Yöneticilik isteme. Eğer istemene karşılık sana yönetim verilirse, işin ile baş başa bırakılırsın. İstemeden idari makama getirilirsen (Allah) tarafından sana yardım edilir.” (15)
Dar’u-l İslâm’da görev, layık olana verilir
Aklı başında olan ve ilimden nasibi olan Müminler bilirler ki Dar’u-l İslâm’da görev, layık olana verilir. Belirli yerlere gelmek için savaş vermeye gerek yoktur. Eğer içinde yaşanılan siyasal ortam İslâm devleti olma niteliği taşımıyorsa, Hz. Yusuf gibi göreve talip olmak ve bulunulan yerlerde İslam’ı hâkim kılmak esastır.
Bu incelikleri bilen Müslüman gençlerin Kur’an’da kıssası anlatılan Yusuf Peygamber’i iyi anlamaları ve kendilerinin yeteneklerini tanımayan kimselere maharetlerini tanıtarak etkin yerlerde olmaları şarttır; çünkü onların üzerlerinde Müslümanların da hakları vardır. Siyasetten kaçıp ruhbanlaşmanın da, ilkesiz siyasallaşmanın da Müslümanlara bir şey kazandırması söz konusu değildir.
-Dr. Mehmet Sürmeli