Türkiye’nin en önemli düşünürlerinden olan Sezai Karakoç yazılarında sıklıkla gündönümünden bahseder. Yaşadığımız son iki asırda yenilmişlikler, badirelere uğramışlıklar, işgaller, zulümler yakamızı bırakmadığı için kendi kendimize sorduğumuz bir soru vardır. Acaba gündönümü ne zaman olacaktır. Zamanı geldi mi diye de sayıkladığımız olmuştur.
Sezai Karakoç ‘Çıkış Yolu I, II, III’ kitaplarında Türkiye siyasi tarihinin aynı zamanda dava adamlığının analizini yapmaktadır. Çocukluğundan beri tarihte adı İttihadı İslam olan, sonrasında İslamcılık olarak adlandırılan, gençliğimizde Milli Görüş olarak nitelendirilen, bugün ise Müslümanların varlık mücadelesi olarak algılanan süreçlerin içerisinde olduk. Bir dava misyonunu çıkış yolu kitapları kadar iyi tarif eden bir esere rastlamadık. Aslında bu iki yüz yıllık yaşanan yeniden var olma sürecinin ete kemiğe bürünmüş hali Sezai Karakoç’un bu kitaplarında mevcuttur.
Yeşil kuşak projesi
Peki, gündönümü ne zaman olacak diye bir soru sorduğumuzda, Osmanlı’nın son yüz yılı ve içinde yaşadığımız yüz yıla bakacak olursak Osmanlı Devleti’nin kaybetmeye başladığı tarihi süreçler içerisinde Kıbrıs Savaşı’ndan geri alınan toprak parçası Müslüman bir ülkenin Batı’dan geri aldığı pek kara parçası olmuştur. Bir bakıma yetmişli yıllarda başta Ortadoğu olmak üzere Türkiye’nin ciddiye alınması ve bakışların Türkiye’ye çevrilmesi noktasında küçük de olsa önemli sayılacak bir adım atılmıştır.
Her ne kadar adına Yeşil Kuşak Projesi dense de yetmişli yıllardan doksanlı yıllara kadar İslam ülkelerinde İslami uyanış diyebileceğimiz dine, imana, Kuran hakikatlerine dönüş ve bu hakikatleri yaşam biçimi olarak algılama süreçleri yaşandı. Bırakın büyük kitleleri, bir kişinin bile dini ve kültürel kodlar olarak İslam’ın kodlarını, tarihi birikimimizi ve gelecek tahayyülümüzü bir bütün olarak benimsemesi dünya kadar kıymetli bir şeydir.
Çünkü İngilizler İstanbul işgalini gerçekleştirdiklerinde ve imparatorluğun başkenti İngilizlere teslim edildiğinde, kalan yüz yılda da İslam’ı, Osmanlı’yı ve Müslüman ülkeleri var eden değerleri yok etmek için çabalamışlardır. Topraklarımızı işgal etmek onlara yetmemiş, kalan yüz yılı da değer işgali için harcamışlardır.
Filistin’de zulüm varsa dünyada adalet yoktur
Tekrar gündönümü meselesine bakacak olursak son on yıllık siyasi çalışma ve istikrarlı Türkiye imajı mazlum dünyada bir beklenti oluşturdu. İlk etapta bakıldığında Türkiye’nin büyüklüğü dünyanın süper gücü ölçeğinde durmadığı kesindir. Fakat dünyadaki haksızlıklara, zulümlere, soykırımlara karşı koymuş olduğu tepki bütün dünyanın dikkatini çekmektedir.
Uluslararası alanda siyaset yapanlar, vicdanlı dış politika uzmanları ve hakkaniyet sahibi bütün insanlar bilirler ki dünya tarihinde işlenen en büyük zulüm İsrailler tarafından Filistin’de uygulanmaktadır ve zulmün boyutu ne kadar ağır olursa olsun buna karşılık büyük ya da küçük hiçbir dünya devleti ses çıkarmamaktadır. Belki de bu durum insanlık onurunu yapılan zulümden daha çok incitmektedir.
Zulmün ve işgalin kabul edilmeyişi, insanlık vicdanında büyük bir yaradır. Hatta zaman zaman bir mesele olarak kullandığımız ‘Filistin’de zulüm varsa dünyada adalet yoktur’ bundan dolayıdır.
En son yaşanan ABD başkanı Trump’ın Kudüs’ü başkent yapma girişimine karşılık Recep Tayyip Erdoğan’ın önce İslam işbirliği teşkilatını toplaması ve İslam ülkelerinin tamamında önemli ölçüde katılım sağlayarak bir Filistin Deklarasyonu yayınlatması, ardından Birleşmiş Milletler’i olağanüstü toplantıya çağırarak neredeyse dünyanın bütün ülkelerini ABD girişimine karşı birleştiren bir çerçeve oluşturması Türkiye’nin diplomatik bir başarısı olmakla beraber BM’de ABD’nin yoklama edilmesi de ABD’yi Filistin uygulamaları açısından oldukça başarısız bir duruma düşürdü.
Suriye’de iç savaşın başlaması, ABD’nin Türkiye’yi savaşa sürme hevesleri, süreç içerisinde büyük devletlerin kendi çıkarından başka bir arzusunun olmadığı anlaşıldıktan sonra Türkiye’nin doğru bir politika uygulayarak Rusya ve İran’la beraber çatışmasızlık adımı oluşturması, Fırat Kalkanı ve Afrin Harekâtı’nı DEAŞ ve PKK’dan temizleyerek Suriyelilerin yurtlarına dönmesini sağlaması önemli bir başarıdır.
Bundan daha önemlisi geçtiğimiz günlerde İdlib’de 3 bin insan Esad rejimi ve Suriye’nin ölümcül tehdidiyle karşı karşıya kalmıştı ve öyle bir gün geldi ki Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, insan hakları örgütleri ve dünyada var olan bütün gruplar 3 milyon insanın ölümle yüzleşmesine karşı çaresiz kalmışlardır.
Tam bu noktada Türkiye Cumhuriyeti Devleti Rusya ile birlikte teröristlerin bölgeden arındırılması anlaşması ve tampon bölge oluşturmasıyla hem 3 milyon insanı ölümden ve felaketten korumuş hem de insanların anayurtlarına dönmelerine zemin oluşturmuştur.
Birleşmiş Milletler’de bütün liderlerin kendi ülke menfaatleri ve çıkarları için anlamsız nutuklar attığı bir dönemde Recep Tayyip Erdoğan’ın dünya mazlumlarının sesi olarak dünya beşten büyüktür diyerek BM’in işlevsiz, işe yaramaz ve çözüm üretemez yapısını eleştirerek dünyada ilk kez BM’in yapısal değişimini tartışmaya açmıştır.
Gündönümünün zamanı gelmiştir
Yazının başında zikrettiğimiz gündönümü ne zamandır sorusunun cevabı zihnimizi sürekli meşgul etmekle beraber zannımca gündönümünün zamanı gelmiştir. Sadece Türkiye için değil yeri geldiğinde dünyadaki mazlumlar için, ezilmişler için söyleyecek sözümüzün olduğu gün gündönümünün başlangıcı sayabiliriz.
Bundan sonra geçmiş yenilgileri, Batı üstünlüğünün ve ezilmişliklerimizi konuşup anlatmak yerine yüzümüzü gündönümünden sonra geleceğe dönüp yapacaklarımızı, hayallerimizi yeryüzünde adaleti tesis etmek için çabalarımızı konuşabiliriz.
Özünde dünyanın kokuşmuş halinden ve gittikçe canavara dönüşen vahşi kapitalizmden memnun olan kimse yoktur. Yeter ki ferd ve aile hayatından mümkünse devlet hayatından adaleti ve hakkaniyeti fiilen yaşayarak iddialı sözlerimizi duruşumuzla desteklemiş olalım. Gündönümünden sonra elbette ki geleceğe bakacağız.
-İhsan Aktaş