Dursun Ali Taşçı

Hayat Fukaralığı

1.15BinOkunma

Bugünkü çocukluk ve gençlikle, kendi çocukluk ve gençliğimizi kıyaslamak mümkün mü? Hayatın gerçeklerine dokunamadan büyüyen bir gençlikle, gerçeğin bizzat içinde yaşayan bir gençlik bir olabilir mi? Acıyı tatmayan onu ne bilsin? Yanlarında insanlar ölse, kendi keyfini niçin bozsun da ona acısın? Zaten acıma hissi hayatın bizzat içinde yaşayarak gelişen bir duygu, oysa bunlar hayatı yaşamıyorlar ki acı nedir bilsinler!

İlkokulu köyümüzün okulunda okuduk. Okulu bitirene kadar doğru dürüst bir kitap yüzü göremedik. Saman kâğıdı, sarı yapraklı defter ve bir de kurşun kalemle ilkokulu bitirdik. Üstümüzde başımızda doğru dürüst bir elbise bile yoktu. Ayağımızda lastikler, yaz kış onunla okula giderdik. Annemizin bir beze sarıp bize verdiği kuru lor peynir ve mısır ekmeğini öğle paydosunda şeker gibi yerdik. Onu da bulamayan arkadaşlarımızla, çıkınımızdakileri paylaşır ve bundan da zevk alırdık.

Kasabaya sekiz kilometre uzaklıkta olmasına rağmen, köyümüz araba yolundan mahrumdu. Kasabanın haftasında, kasabaya öteberi almak için sekiz kilometreyi yaya olarak tepen ve akşam olunca da sırtındaki yükle aynı yoldan tekrar köye dönen babam, haftalık kasaba haberlerini evde ballandıra ballandıra anlatırdı. Ben de en çok o günü severdim; çünkü babam eve simit getirecekti!

İlkokul bitti aile hayatımız da bitti

İlkokul bitti, aile hayatımız da bitti demekti. On iki yaşlarında çocuktuk; babam, kasabada bir göz oda tuttu ve oraya yerleştik. Ben ilk defa elektriği o akşam gördüm! Bir divan, üzerinde bir yatak; babamın çaktığı bir masa ve tahta sandalye; perde olarak da siyah bir bezi pencereye asmıştı babam. Bütün eşyam buydu!

Sabah olunca keyifli kahvaltı yapılır, değil mi? Nerde! Lokantanın adını duyardık köyde iken, kasabada da dışarıdan bakardık ona. Eski bir fırın vardı kasabada, sıcak sıcak yarım ekmek alırdım ve içine, annemin dualarla sarıp sarmaladığı tereyağını koyar ve onunla kahvaltı yapardım. Öğle yemeklerimiz çoğu zaman bir simit olurdu. Akşam da yine ekmek ve yanında köyden getirdiğimiz pekmez veya başka bir şey olurdu.

Okulda okuyan çocuk sayısı çok değildi. Kız çocukları zaten yok denecek kadar azdı. Sadece “A” sınıflarında birkaç tane kız öğrenci bulunurdu; onlar da kasabadaki memurların kızları idi. Hiçbir öğrencinin üzerinde palto bulunmuyordu; zaten böyle bir şeyin olduğundan da haberimiz yoktu. Kış gelince okula, bir köprüyü geçerek giderdik; o köprüden geçerken çektiğimiz soğuklar hâlâ içimi titretmektedir.

Okul idaresi ve öğretmenlerimiz, gece bazen evlerimizi (yani odalarımızı) kontrol ederler, sigara içeni gördüklerinde anında orada falakaya yatırırlardı. Aileden uzaktık, ama sorumluluk duygularımız fazla idi; okuyacak ve ailemize, vatanımıza katkıda bulunacaktık.

Tek eğlence mekânımız sinema idi; fakat akşam sinemaya gitmekle savaşa gitmek aynı anlama geliyordu. Kılıklarımızı değiştirir ve sinema salonuna giderdik. Paramız olmadığı için bilet alamaz, film ara verdiğinde, aradan sıvışır girerdik; ama öğretmenlerimize yakalanma korkusu da içimize otururdu. Çoğu zaman yakalanırdık ve kulaklarımızdan çekilerek dışarı atılırdık. O gece uyuyamazdık, çünkü ertesi gün dayak yiyeceğimizi bilirdik. Yine de okula gider ve sabah içtimasında (toplantısında) müdürün kükremesiyle birlikte dayağı yerdik.

Korkulu eğlencemiz, kiralık bisiklete binmekti

Bir başka korkulu eğlencemiz, kiralık bisiklete binmekti. “Benzinci Sabri”nin eski ve frensiz bir bisikleti vardı; okul çıkışında oraya damlardık. Beş dakikası yirmi beş kuruştu, ama nerede bulacaktık ki o yirmi beşi? İki kişi birleşir, beş dakikayı ikiye böler ve bisiklete öyle binerdik. Freni olmadığı için düşer ve pantolonlarımızı yırtardık.

Trafik korkumuz yoktu, zaten trafiğin ne demek olduğunu da bilmezdik; çünkü kasabada iki eski kamyon, iki pikap, iki üç tane de cip vardı ve hepsi de çok eski modeldi. Keşke araba geçse de onu seyretseydik, ama yoktu. Benzin kokusu burnumuza çok hoş gelirdi.

Okullarda cumartesi günü öğleye kadar ders yapılırdı. Cumartesinin gelişini iple çeker, öğleden sonra yaya olarak tam iki saatte köye varırdık. Bir haftanın tüm sıkıntı ve yorgunluğu, annemin boynuma sarılışı ve “Oğlum, sevdiğin yemekleri yaptım, yorgunsun, haydi hemen sofraya.” deyişiyle dağılır, “ortaokul öğrencisi olarak” biraz da nazlı nazlı sofraya otururdum. Babam, amcam, babaannem, halam ve komşuların “Dersler nasıl gidiyor?” sorularına karşı, göğsümü gere gere “İyi gidiyor.” diye cevaplardım.

Bir akrabamın bir gün kasabada okul bitişinde yanıma gelerek bana “on” lira verişini hayatım boyunca hiç unutmadım. Fedakârlık, vefa, yardım gibi duygularım adeta kanatlanmıştı. Hele kış mevsiminde babamın sırtında taşıdığı odunları odaya getirip, “Oku oğlum, biz okuyamadık; oku da vatanına, milletine, ailene iyi evlat ol; ama Rabbini de unutma!” diye nasihat etmesi hâlâ kulaklarımda çınlamaktadır.

Yeni nesil bazı mahrumiyetler yaşamalı

Şimdi sadece eğlenmek için dünyaya geldiğini sanan, kendi küçük rahatlığı için başkalarının rahatlığını bozmakta bir beis görmeyen, ellerinden telefonunu alsanız dünyanın sonunun geldiğini düşünen, kıymet ve vefa bilmeyen, “dünya yansa bir bağ otluğu yanmayan”… nesiller, geçmişte bizim yaşadıklarımızı masal kitaplarında okusalar inanmazlar!

Yeni neslin eğitilmesi için bazı mahrumiyetlerin yaşanması gerekmektedir. Yemekten bile zevk alamıyorlar; çünkü karınları boşalmadan zoraki yiyorlar. Geçmişle ilgileri kesik ve zaten ilgilenmiyorlar. Manevi dünyaları bomboş, böyle bir dünyadan haberleri bile yok. Soğuk – sıcak nedir tatmamışlar. Hayatın zorluklarıyla hiç yüzleşmemişler. Böyle olunca da kadir kıymet nedir, vefa, saygı, acıma duygusu (merhamet) nedir bilmiyorlar. Empati kuramıyorlar; çünkü hayatın merkezini yalnız kendileri işgal etmektedir.

Hayatta her şey zıddıyla vardır. Bu çocuklarımız hayatın zorluklarını tatmamışlardır ki, onu tanısınlar ve ona göre hareket etsinler. Hayat fukarası bunlar!

-Dursun Ali Taşçı