Yapılan iş ya da gösterilen kadirşinaslık ve başarılar neticesinde bazı taltifler yapılır; maddi ya da manevi… Öyle ya, “Marifet iltifata tabidir” neticede… İltifatı yapanın kim olduğu da ayrıca önemlidir. Fakat öyle zannediyorum ki duyunca insanı en çok huşûya sevk eden iltifat, hasbî olarak dillendirilen bir “Helal olsun!”dur. Burada kast edilen huşû öyle bir şeydir ki aslı kalpte, tezahürü bedende olmak üzere iki şeyi içinde barındırır. Kalbe ait tarafı, Rabbin azamet ve celali karşısında kendi hiçliğini görerek, nefse, Hakk’ın emrine baş eğdirmek, son derece yüksek bir edep ve saygı hissi duymaktır. Dış görünüşle alakalı yönü de, vücut organlarında bu duygunun zuhuruyla bir sakinliğin meydana gelmesidir.
Çünkü “helal” edilen şeyin hesaba yansıyan kısmından azad olunmuştur bu vesileyle. İnanmış bir insanı huzura erdiren bundan daha değerli ne olabilir? Zira TDK da: “Bir hizmet veya özverinin istenilerek yapıldığını ve takdir edildiğini göstermek için kullanılan bir söz” olarak tanımlıyor, “helal olsun”u.
Hedefe, “helal edilmiş kazançları” koyarak yola çıkmalı önce… Niyet halis olursa akıbet de “hayır” olacaktır neticede. Kadim geleneğimiz, dahası inancımız böyle istikametlendirmiyor mu bizi?
Öyle bir evlatlık ki anneden ve babadan helal görmüş ve onların da helalliğini alabilmiş. Öyle bir talebelik ki öğretmenlerinden, hocalarından helallik almış. Öyle komşuluk ki komşularından helallik almış. Ve öyle bir ümmetlik ki Peygamberinden daha sonrasında öyle bir kulluk ki Rabbinden helallik almış… “Allah onlardan razıdır. Onlar da Allah’tan razıdır” diyor ya Beyyine Suresinde Allah… Umulan ve murat edilen de budur elbet. Fakat sadece ummanın yeterli olmayacağı da aşikardır akıl sahiplerine… Çabadan azade bir umma, kimi nereye götürebilir ki?
Rabbimizin huzurunda neyin hesabını vereceğimiz açık, dünyaya neden geldiğimiz de açık olduğuna göre bilmediğimiz bir imtihana tabi değiliz demektir. Yani Rabbimiz, tabiri caiz ise imtihan sorularını bize önceden takdim etmiş; tabi okuyan ve dinleyen sonunda da anlayıp hissedenler için geçerli bu…
Sadece soruları vermekle kalmamış, bu soruların cevabını da yine kendisi Peygamberler vasıtasıyla bize ulaştırmış bir Rab! Aslında kullarına karşı ne kadar da merhametli, değil mi? Kim diyebilir ki; “Biz dünya imtihanında bilmediğimizle karşı karşıyayız.” diye?
Helal ve haram belli olduğuna göre kula düşen, nefsine yenilmeden Rabbine ulaşacak helal yolu takip etmek olmalıdır. Tabiri caiz ise kılı kırk yararak yaşayan, işlerini helal lokma için hassas teraziye vuran onca ilim ve edeb ehli geldi geçti dünyadan… Onların açtığı yol da bir rehberdir bu noktada…
Yemeği, suyu, enerjiyi hele de zamanı israf etmeden yaşamak önemli bir marifet günümüzde. İsrafın ayyuka çıktığı, “tüketim çağı” olarak addedilen anda, cömertçe bir yaşamı da arzulamak zorundayız. Cömertlik, ihtiyaç olandan kısmadan ama ihtiyaç fazlasını da savurmadan harcamaktır. “Her şeyi gereğince ve adabınca” demek de uygun…
Helal kazanç kanaatimce sadece kazanırken elde edilmez. Helal kazanılan bir şey harcanırken de harama hizmet ettirilmemeli… İsraf ederek ya da Allah’ın yasakladığı şeylere harcayarak da harama hizmet edebiliyor bir kazanç…
Alın teri dökülerek elde edilmiş bir kazancı içkiye, kumara ya da zinaya yönelterek harcamak helal olabilir mi? Ya da “Kendi alın terimle kazandım, istediğim gibi de harcarım” denebilir mi?
Allah, Ra’d Suresi’nde “Her şey Allah katında bir miktar iledir” buyuruyor. Yine Talâk Suresinde şöyle buyruluyor: “Allah her şey için bir ölçü takdir etmiştir.” Helal kazanma ya da helal harcama da bu ölçülere tabidir. Ölçüyü kaçıranlar ise yine Allah tarafından Araf Suresinde, “Cenab-ı Hak haddi aşanları sevmez” buyrularak uyarılıyor.İçerisinde her türlü helali barındıran adeta onlara şemsiye olan helal bir ömür temennisiyle…
-İsmail Öz