İslamî değerleri hazmedip şiar edinen Osmanlı, yüzyıllar boyunca topraklarını, mazlumların aman bulduğu bir umut ve selamet limanına dönüştürdü. Yeryüzünde, insanlığın “cihan-penâhı”, iltica adresi oldu. Günümüzde Türkiye’nin, ceddinden devraldığı insaniyet ve misafirperverliğin güzel bir tezahürü olarak Irak’ta ve Suriye’de zulüm ve katliama maruz kalan milyonlarca mülteciye, gönül ve umut kapılarını açtığı gibi…
Hıristiyan Batı’da, din baskısı ve mezhep çatışmasının hüküm sürdüğü dönemlerde, farklı din ve mezhebe mensup pek çok millet, Osmanlı’nın şefkatli sinesinde, yeni umutlara yelken açtı.
- yüzyılda Ruslarla yaptığı savaşı kaybederek Osmanlı’ya sığınan, İsveç Kralı 12. Demirbaş Şarl’ın, gördüğü hürmet ve yardımseverlik karşısında dile getirdiği sözler, herkesin ezberindedir:
“Demirin, ateşin ve suyun yapamadığını Osmanlılar yaptılar; beni esir ettiler. Ayağımda zincir yok, hürüm ve istediğimi yapıyorum. Lâkin şefkatin, yüksek kalpliliğin, asaletin ve nezaketin esiriyim. Osmanlılar beni işte bu elmas bağa sardılar. Bu kadar şefkatli, bu kadar yüksek kalpli, bu kadar asil ve bu kadar nazik milletin arasında hür bir esir olarak yaşamak bilseniz ne kadar tatlı!..”
Mazlumlara cihan-penâh
Osmanlı, en azılı düşmanlarına dâhi merhamet ve hakkaniyetle davranmakla kalmadı; Batılıların baskı ve zulmüne uğrayan milletlerin de imdadına koştu. 16. yüzyılda Osmanlı ile çok defa savaşa tutuşan Boğdan Beyi Stefan dâhi ölüm döşeğinde evlatlarına şu nasihati yaptı: “Belki de yakında himayeye muhtaç olacaksınız. Kendinizi Osmanlılara emanet edin; adil ve merhametlidirler.”
ABD’li yazar E. Alexander Powell’in de işaret ettiği gibi Haçlılar Filistin’de Müslüman esirleri keserken, İspanya’da Engizisyon dehşeti had safhadayken, Fransa’da Protestanların kökü kazınırken, Avrupa ülkelerinde Musevilere zulmedilirken; Osmanlı ülkesinde Müslüman, Hristiyan ve Musevi dostluk içinde yan yana yaşıyordu. Ünlü Tarihçi Oskar Kolling de bu hakikati doğruluyor: “16. Asır Osmanlı idarecilerinin, mazlum halkın hukukunu korumadaki gayretleri önünde eğiliriz.”
Alman yazar Hans Barth da bunu destekliyor: “Hıristiyan Avrupa’nın inançları değişik olanlara vahşilikler yapmaktan zevk duyduğu bir devirde inançları yüzünden takibe maruz kalanlar hep Osmanlı Devleti’ne sığındılar. Türkiye’yi kendilerine yeni bir vatan yapan Yahudilerin, Polonyalı, Macar, Alman ve İtalyanların sayısı hesap edilemeyecek kadar çoktur.”
İnsanlığın son umudu
Avrupa’da Protestanlığın ortaya çıkmasıyla birlikte Osmanlı, Katolik cepheyi (Papalık-Almanya) 1533-1546 arasında yoğun baskıya maruz tuttu. Martin Luther’i siyaseten destekledi ve topraklarındaki Protestanlara insani muamele gösterdi; dinî serbestlik tanıdı. Bundan ötürü Osmanlılar, “Protestanların ümidi” olarak nitelendirildi.
“Türkler, kötü Hristiyanlar için tanrı tarafından gönderilmiş bir cezadır. Türklere karşı savaşmak, Tanrı’ya karşı gelmektir.” diyen Luther, Osmanlı’nın fethettiği topraklarda hayata geçirdiği insani adil sistemle halkın gönlünde taht kurması üzerine şunu itiraf etmekten kendini alamamıştı: “Sizin gibi gözü doymaz prenslerin, burjuvaların idaresi altında yaşamaktansa, Osmanlıların idaresi fakirlere daha hayırlıdır.”
Macar Tarihçi Sandor Takats, bunu “Macaristan-Türk Âleminden Çizgiler” adlı eserinde şöyle izah etmiştir: “Hristiyan Almanya’da mezhep savaşlarında kan gövdeyi götürürken, Osmanlı idaresinde bütün dinlere saygı vardı ve mezhepler yan yana yaşayabiliyorlardı. Ortodokslar gibi Protestanlar da Osmanlı’ya çok şey borçludur. Çünkü Martin Luther, Katolik zulmü karşısında Kanuni’ye mektup göndermiş ve şunları yazmıştır: “Putperest Katoliklere, Papa denilen ve Hz. İsa’yı tanrı yapan dinsizlere ve onları destekleyen Alman İmparatoru Şarlken’e haddini bildiriniz ve bize yardımlarınızı sürdürünüz.”
Dr. Felix Valyi de aynı gerçeğe parmak basmıştır: “15. Asır sonlarında takibe uğrayan İspanya Musevileri Osmanlı’ya iltica etmiştir. Macaristan ve Transilvanya’nın Kalvenistleri, fanatik Harsburg hanedanının eline düşmektense Osmanlı’ya gitmeyi tercih etmişlerdir. 17. Asırda Silezya’nın Protestanları ümit dolu gözlerle Türkiye’ye bakmışlar ve din hürriyeti elde edebilmek için Müslüman idaresine memnuniyetle girmişlerdir.”
Kahraman düşman
Bu konuda verilebilecek en güzel misallerden biri de, Osmanlı ile uzun yıllar savaşmasına rağmen hakimiyeti altında kaldığı 165 sene boyunca gördüğü adil, insani ve hoşgörülü idareden dolayı ona “Kahraman Düşman” sıfatını layık görmekten de geri duramayan Macarlardır.
1683’de Orta Macar Kralı Thököly İmre, Avusturya’ya karşı giriştiği bağımsızlık mücadelesinde başarılı olamayınca Osmanlı’ya sığınmış ve 1699 Karlofça Antlaşması’na göre İzmit’e yerleşmesine izin verilmişti. II. Ferenc Rakoczy de aynı yolu izleyerek Osmanlı’ya sığınmış ve 1718 Pasarofça Antlaşması’na göre Tekirdağ’a yerleştirilmişti.
Louis Kossuth ise 1848-1849 Bağımsızlık Savaşı’nda Avusturya ve Rusya’ya yenilince; “Ben kaderin kaçınılmaz emrine uyuyor ve benden önce aynı kaderi yaşamış olan Rakoczy’yi takip ediyorum” diyerek, komutan ve yöneticileriyle birlikte Osmanlı’ya iltica etmişti.
Osmanlı, Kossuth ve arkasından gelen 16 bin mülteciyi misafirperverlikle karşıladı. Avusturya ve Rusya’nın tutuklanıp iade edilmeleri yönündeki taleplerini reddetti. Sultan Abdülmecid, “Tacımı ve tahtımı veririm ama devletime sığınanları asla geri vermem!” dedi. Böylece bütün dünyaya, Osmanlı’nın insanlığını ve yüce gönüllüğünü bir kez daha ispatladı.
Bu noktada Kossuth’un katibi, Türkolog Karoly Laszlo’nun sözleri gayet manidardır: “Pek çok Hristiyan halk vatanımızdan ayrı düşmemize ilgisizlikle bakarken ve bazıları bizi öldürmek için peşimize düşerken, Osmanlı bize sığınak oldu. Sadece açlıktan ölenlere yiyecek ve çıplak olanlara giyecek vererek değil; sınır dışı edilmemizi isteyen güçlere karşı masraflı bir savaşa girmeye hazır olarak değil; aynı zamanda vatansız olduğumuzu bize unutturmaya çalışarak.”
Kossuth ve beraberindekiler “hükümet ve millet başı” olarak tanındı. 1850’de Kütahya’da misafir edilerek her türlü ihtiyaçları karşılandı. Yaklaşık bir buçuk yıllık misafirlikten hoşnut kalan Kossuth, “Bir kılına Macaristan ve Avrupa kurban olsun!” sözüyle sena ettiği Sultan Abdülmecid’in şahsında Osmanlı’ya şükran ve minnetini şöyle sundu: “Türkler yüksek hislerle ve insan haklarına saygılı oluşlarıyla tehditlere boyun eğmediler. Türkiye’nin bugün ve istikbalde mevcut olması Avrupa’nın ve insanlık âleminin yararınadır. Ben, Türklerden gördüğüm lütuf ve saygının hatıralarıyla yaşayacağım.”
Korsika ve Prusya’nın ‘yetiş’ talebi
1740’da Korsika cumhuru, elçilerini İstanbul’a göndererek Osmanlı himayesine girmek istediğini ve Akdeniz’de Osmanlıların gönüllü askeri üssü olabileceğini bildirmişti. Bu talebini gerekçelendirirken, Osmanlı’nın işlerinde adaleti gözetmesine ve yönetimindeki halklara koruyucu kanatlarını açarak “reâyâperver” bir tutum sergilemesine dayanmıştı.
Diğer yandan Prusya Kralı II. Friedrich 1761’de Rusya, Avusturya ve Fransa karşısında yalnız kaldığı ve Osmanlı ile ittifak kurabilmek için İstanbul’a elçiler gönderdiği sıkıntılı yıllarda ülkesi adına, “baskı altında olanların dostu, mazlumların kırbacı” olarak vasıflandırdığı Osmanlı’dan beklentisini ve yardım talebini şu mısra ile beyan etmişti:
Yetiş ve korkusuz elinle Avrupa’nın günahlarını Asya’nın faziletlerine kurban et!
- Mahmud’dan emperyalistlere ders
Yine 1740’da Avusturya İmparatoru VI. Charles ölmüş, yerine kızı Marie Theresia geçmişti. Avrupa’daki birçok devlet bundan faydalanmak istedi. Hatta bazı devletler Sultan I. Mahmud’a da elçi gönderdiler ve şunu teklif ettiler: “Avusturya’dan payınıza düşeni almalısınız, bundan siz de yararlanmalısınız!”
- Mahmud’un verdiği cevap, bir Osmanlı padişahına yaraşır muhteşemlikteydi: “Düşene vurmak yiğitlik değildir. Fırsatçılık bize yakışmaz. Siz de bu sevdadan vazgeçin. Avusturya’yı kendi haline bırakınız.”
Dünya, Osmanlı insanlığına muhtaç!
İşte Müslüman Osmanlı’nın, Batılı emperyalistlerden, haçlı zorbalarından farkı; düşmanı dahi olsa insanlık ve merhametinden taviz vermeyen alicenaplığı ve zarafeti…
Dün olduğu gibi bugün de Osmanlı’nın insanlığı, kurtarıcılığı ve himayesi, onun ruhunu, ahlak ve faziletini kuşanan torunları eliyle, yine insanlığın umut ve kurtuluş kaynağıdır. Bu manada Osmanlı, asla bitmiş değil, devam eden bir medeniyettir ve üstelik ruhu da hala diridir!
Kaynakça: A. Fischer-Galati, Türk Cihadı ve Alman Protestanlığı 1521-1555, İstanbul 1992; Ahmed Refik Altınay, Türkiye’de Mülteciler Meselesi, İstanbul, 1926; İsmet Miroğlu, Türklerde İnsanî Değerler ve İnsan Hakları, 2. Kitap, İstanbul, 1992; Kemal Karpat, “Türkiye’deki Kossutlar”, CIEPO VII. Sempozyum Bildirileri, Ankara, 1994; Kemal Beydilli, “Korsika ve Osmanlı Devleti”, İlmi Araştırmalar, Sayı: IV/1997; Büyük Friedrich ve Osmanlılar, İstanbul, 1985; İsmail Çolak, Dünya Osmanlı’ya Hasret, İstanbul, 2014.
-İsmail Çolak