İslam dininin siyasi talepleri dinin tevhidilik prensibinin zorunlu sonucudur. Eğer din hayata müdahil olmaz yönetim işini zalimlere veya vahiyle hareket etmeyen kurumlara bırakacak olursa, emir alanının Allah’a tahsis edilmesi gerçekleşmediği için şirk ortaya çıkmış olur. Şirkin bu türüne siyasal şirk denilir ki en büyük temsilcisi Firavun ve onun gidişatını benimseyen tüm yöneticilerdir. Bu nedenle Kuran’da Hz. Musa ile Firavun arasındaki mücadele daha çok anlatılmıştır.
Peygamberler şirkin itikadî, sosyal, ahlakî, iktisadî ve siyasî olanlarına karşı mücadele vermişlerdir. Birçok defa ifade ettiğimiz gibi, Hz. Musa döneminde etkin olan şirk, siyasal şirktir. Belam, Karun ve Haman üçlüsü, Firavun’un siyasal-askeri hakimiyetine destek veren dinî, iktisadî ve sanatsal kurumların temsilcileridirler. Hz. Musa kıssasından hareketle Kuran, Hz. Peygamber’e şunu söylemektedir: Hz. Musa’nın ümmeti nasıl ki siyasal şirke düşmüş ve Firavun tarafından bu şirk rejimini destekleyen kurumlar oluşturulmuş ise, senin ümmetin de siyasal şirke düşecek ve şirki destekleyen benzeri kurumlar oluşturulacaktır. Tarihte yaşanan bir kesiti Musa Peygamber üzerinden size tanıtıyorum ki siyasal şirk dahil şirkin bütün türlerinden kaçınasınız.
En Büyük Bela
Asr-ı saadet döneminden sonraki yapılanmalara ve modernitenin dayatılmasıyla başlayan sonraki süreçlere baktığımızda görürüz ki İslam Ümmeti’nin başındaki en büyük bela siyasal şirktir. Allah Teala’nın emir alanını hiçe saymak, insanı ya da insanların oluşturduğu din karşıtı kurumları tanrılaştırmak biçimlerinde tezahür eden siyasal şirk, aynı zamanda itikadî şirktir. Allah’ın yönetimle ilgili taleplerini hiçe saymaktır. Vahyin talepleri hiçe sayılırken oluşturulan boşluk rasyonalite veya diğer ideolojiler ile ikmal edilmiştir. Kur’an genelinde, çok yönlü şirke karşı verilmesi gereken mücadele yeterince ele alınmıştır. Başta Peygamber Efendimiz olmak üzere diğer peygamberler de şirkin her türlüsüne tevhit mücadelesi vermişler ve Kuran-ı Kerim bu mücadelelerden yerine göre bahsetmiştir. Müslümanlar duruma göre şirkin bütün çeşitlerine karşı teyakkuz halinde olmak zorundadırlar.
Hz. Peygamber (sav), şirkin her türlüsüne duyarlı olan ve inanç bakımından sağlam bir toplum oluşturabilmek için ailesindeki her çocuğa daha konuşmaya başlar başlamaz şu ayet-i kerimeyi öğretmiştir:1 “O Allah ki göklerin ve yerin mülkü onundur; çocuk edinmemiştir ve mülkünde hiçbir ortağı yoktur; her şeyi yaratıp belli bir ölçüye göre takdir etmiştir.”2 Tevhid inancını en kapsamlı haliyle içeren bu ayet-i kerimeyi küçük yaştaki çocuklara bile öğretmedeki amaç; Allah Teala’nın semavat ve arzın maliki olduğunu, ebedi mabud oluşunu, uluhiyette tekliğini ve her şeyi belirli bir ölçüye göre yarattığını3 kavratarak tevhidin hakikatini çocukların zihinlerine nakşetmektir. Bu girişim ilerde çocuğun bütün hayatına sirayet ederek olayları vahiy zaviyesinden anlamlandırmasına ve hayatının hiçbir boyutunda şirke düşmemesine vesile olacaktır.
Zatında ve Sıfatlarında Eşsiz
Kullarının kendisini doğru tanımaları ve şirkten uzak durmaları amacıyla Yüce Allah kendisini; zatında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde tek ve eşsiz oluşuyla tanıtmıştır. Bu bağlamda bilinmeli ki “Allah” lafza-ı celali özel bir isimdir ve “Hak” olan ilaha delalet eder. “Esma-ül Hüsna” dediğimiz, Allah Teala’nın en güzel isimlerinin hepsinin anlamını içerisinde barındırır.4 Lisan bakımından, Lafza-ı celalin bir takım özellikleri vardır. Bu ismin ikili ve çoğul hali yoktur. “Allah” lafzı, Kuran-ı Kerim’de 2697 defa geçmektedir.
İslamî geleneğin sıralamasına göre ilk kırk surede “Uluhiyet”, “Allah” isminden daha çok muzaaf durumuyla “Rab” ismi getirilerek ifade olunmuştur. Kuran-ı Kerim’de ifade olunan “Allah” ismi Mekkî surelere göre Medenî surelerde daha çok zikredilmektedir. Bunun sebebi ise; müşriklerin de Allah’ı (cc) var kabul etmelerine5 rağmen O’nu fonksiyonel olarak kabullenmeyişlerdir. Müşrikler, Allah Teala’yı, “alemi yarattıktan sonra istirahate çekilen bir varlık, bir ilk muharrik” olarak kabul etmişlerdir. Bu düşüncelerinde daha çok Aristo felsefesi etkindir.
İlim Ehlinin Payı Büyük
Emretme alanında Allah Teala’yı kabul etmeme, insanlığın içine düştüğü yeni bir inkar türü değildir. Tarihte hep var olmuştur. Günümüzün bu bağlamdaki en önemli sorunu, hayatın genişlik alanında Allah’ın hakimiyetini bilerek veya cehaleten reddedenlerin kendilerini hala Müslüman saymalarıdır. Siyaset, hukuk, eğitim-öğretim, sosyal ilişkiler, iktisat ve diğer alanlarda Allah’ın hakimiyetine sınırlama getirmenin insanı Müslümanlıktan çıkaran bir suç olduğunu insanların çoğunun bilememeleridir. Elbette bu cehalette veya kasıtlı yanlış yapmakta ilim ehlinin büyük payı vardır. Zira ülkemizde Kuran ve Sünnetteki tevhidin hakikati halkımızın seviyesine indirilerek yalın bir dille anlatılmadı. Tevhidin rububiyet alanı yeterince vurgulanmadı. Kelam tarihi okutmakla akaid ilmi öğrenmek birbirine karıştırıldı. Kimse okuduğu kelam tarihinde toplumun inanç yapısını veya kendinin imanî durumunu göremedi.
Şunu da itiraf edelim ki bu konularla ilgili yeni çalışmalar yapılmadı ve ideolojilerin itikadî sonuçlarıyla ilgili nihai çıkarımlar netleştirilmedi. Veya netleştirilenler bile topluma deklare edilmedi. Bunun nedeni, ideolojik bir zemine oturan modern devlet, yapılacak itikadî bildirimle meşruiyetini kaybedecektir. Ona destek veren kitleler irtidat suçuyla karşı karşıya geleceklerdir. Bütün bunlarla ilgili metodik ve yerinde söylemi yapacak ehliyetli zevat olmadığı için toplum yanlış gidişinden rücu etmedi.
Kısacası sözde ulema, milletimizin içine düştüğü siyasal şirk başta olmak üzere toplumun günahlarının ortaklarıdırlar. Zira boşlukta kalan kimseler böyle ilmî bir durumu değerlendirecek halde olmadıkları için verili durumu Müslümanlık zannettiler. Konuyla ilgili kitabî yorum yapanlar ise “radikal” söylemle suçlanıp susturuldular ve suskunluktan yararlanan sistem yanlıları ise toplumsal sapmaya meşruiyet (!) aradılar. Netice-i kelam; bugünkü yaşanan sapıklıklarda bilip de hakikati söylemeyen ilim ehlinin vebali çok büyüktür.
Camiye Siyaset Girmez!
Tevhidilik prensibi, hayatın genişlik alanı içerisinde yer alan her türlü işte Allah Teala’nın emirlerini mutlak bağlayıcı kabul edip bireysel ve toplumsal gidişatı vahye göre anlamlandırmaktır. Siyaset alanı da buna dahildir. Yüce Allah bireyin ve toplumun ideal biçimde yönetilmesini Kuran’da emretmiş, prensiplerini koymuş, Peygamberinin uygulamalarıyla da ideal yönetimi insanlığa göstermiştir. “Camiye siyaset girmez” diyenler, dinin siyasetle alakalı emirlerini hiçe sayan ve kendilerinin dinin süzgecinden geçirilmesine razı olmayan zavallılardır. Dinin konuşma alnına sınırlama getirmek isteyen emperyalizmin kuklalarıdırlar. Camide doğup kurumlar oluşturan bir dinin camiden bile bir kısmının kovulması çok acı bir durumdur.
Camilerin varoluş amacı Allah’ın dinini sahih bir biçimde tebliğ etmektir. Siyasetteki tevhidilik ilkesinin camilerde halk ile buluşturulması Müslümanları sağ ve sol partilere ucuz oy deposu olmaktan kurtarmanın yegane yoludur. Dünya sistemini ülkemize yerleştirmek ve milletimizi dinine yabancılaştırmak isteyenler camide tevhidin siyasi boyutlarının konuşulmasını yasaklamışlar ve bir zamanlar ceza hukukuna bu konuda ağır maddeler (163. Madde) koymuşlardır. Bizim düşüncemiz, konuyla ilgili hamasi fikirler beyan etmek yerine, Müslümanların daha mükemmel ve insanca nasıl yönetileceğine dair kuralları vahiy eksenli olarak projelendirmek ve ümmetle buluşturmaktır. Henüz bu konularda ciddi adımların atılmadığını şimdilik söyleyebiliriz.
Siyasette vahdet, birlikte çay ve çorba içmek gibi basit bir eylem değildir. Tevhidi noktada oluşacak bilinç hali vahdetin; birlik ahlakının anahtarıdır. Tabanda ve siyaset yapanlarda oluşmamış bu tevhidi bilinç, ülkemizdeki politik kurumların içerisinden İslamî bir hareketin de doğamayış nedenidir. Bu bilinç halini yakalamadan meydana gelen birlikteliklerin tamamı yapaydır.
Mehmet Sürmeli
Kaynakça: 1. Mevdudi, Ebul-Alâ, (Tefhimü’l-Kur’an-ı Kerim,) İnsan Yay, İstanbul, 1986, III, 513. 2. Furkan (25/2) 3. Sâbuni, Muhammed Ali, Safvetü’t-Tefasir, Beyrut, 1981, II, 354. 4. Cürcâni, Şerif Ali b. Muhammed, (Kitabu’t-Târifat,) Beyrut, 1995, s.34 5. Müminun (23/84-89); Ankebut (29/61, 63)