Din, bizim için olsa da olur, olmasa da olur kabilinden bir “unsur” değildir, bilakis nefes almak kadar zaruri olan bir “olmazsa olmazdır”. Din; bizim hayat nizamımız, dünya görüşümüz, yaşam tarzımız ve ideal dünya düzenimizin yönlendiricisidir. Allah katındaki tek din olan İslam için çalışmak ise sadece belirli bir zümrenin işi değil, her Müslümanın kendine vazife edinmesi gereken ortak bir iştir. Cenab-ı Allah, bizden onu yaşamamızı ve onu hakim kılmamızı ister.
Müslümanın dünyadaki görevlerinden biri de, İslam’ın dünyada varlığını sürdürmesi ve hakim kılınması adına Peygamber (sav) ve sahabe misyonu olan “iyiliği tavsiye etmek, kötülükten men etmektir.” Yani Müslümanın görevleri arasında bir de “tebliğ görevi” vardır ve bu görev öz olarak imansızın imanına, imanlının ise ıslahına Allah’ın bizleri vesile kılması için gayret etmektir. “Ben nasılsa kulluğumu yaşıyorum, haramlara dikkat ediyorum, helal dairesi içinde yaşıyorum, diğerlerinin ne yaptığı beni ilgilendirmez” vurdumduymazlığı mümin kimliğine aykırı bir tutumdur.
Ve bu davet çalışmaları vesilesiyle kişilerin haramlardan uzak durmaları yani takvalı kullar olmaları, Efendimizin (sav) buyurduğu hakikatleri, iyiyi, doğruyu ve güzeli tercih eden kullardan olmaları için en sıcak, en etkin ve en kestirme yol “namaza davet etmektir”. Çünkü Rabbimizin bize ibadet olarak emrettiği namaz nimetinin, kötülüklerden alıkoyma, temizleme ve sürekli temiz tutma gücü vardır.
Bunun yanında Kuran-ı Kerim’e bakacak olursak, kimi zaman ehli cennetten olmanın yolunun namazı dosdoğru kılmaktan geçtiğini bizlere bildirir. Kimi zamansa, cennet ve cehennemdekileri konuşturarak bizi düşünmeye ve kendimize çeki düzen vermeye sevk ettiğini görürüz. Cenab-ı Allah, Müddessir suresinde mealen bizlere şöyle sesleniyor; “Cennettekiler, cehennemdekilere sizi şu yakıcı ateşe sokan şey nedir? Diye sorduklarında “Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksulu doyurmazdık. Bizim gibi olanlarla birlikte asılsız ve bozguncu konuşmalara dalardık. Hesap verme gününü inkar ederdik.” (Müddessir 40-47)
Dikkat edilecek olursa yakıcı ateşe giren cehennemlikler, ilk olarak namaz kılanlardan değildik diyor, fakat namaz kılmazdık demiyor. Namaz kılmakla namaz kılanlardan olmak arasında fark vardır. Namaz kılanlardan olmak dinin tarafını tercih etmektir. Namaz kılanlardan olmak, “taraf olmaktır”. Namaz kılanlardan olmak, bulunduğu her yerde ve zamanda Kuran ve sünnete göre hareket etmektir. Namaz kılanlardan olmak, bir hayat tarzının yaşayanı, yayanı ve destekleyicisi olmaktır.
Sahabe efendilerimizin nazarıyla, namaz dinin ta kendisidir. Kıyamet günü ilk hesabı verilecek olan amelimiz namazımızdır. Ashabı kiram, namazın terkini küfür olarak görmüşlerdir. Resulullah (sav); “Kişi ile şirk arasında namazın terki vardır.” buyurmuşlardır. (Müslim, İman, 35/247) Yani namaz, iman ile küfür arasındaki turnusol kağıdıdır. Nefes alıp veren her bir Müslümanın namazı için, özür kabul edilmez.
Dünya, Namazlı Müminleri Bekliyor
Bunalım halindeki toplumlar ve dünya, namazlı müminleri bekliyor. Toplumsal düzeyde İslam’ın bütün dünyanın huzurunu getirecek inkılabını ancak namazlı müminler gerçekleştirecekler. Namazı ikame edenler, dosdoğru kılanlar, namazdan taviz vermeyenler, namazı kıyamın sembolü olarak görenler yani “Allahu Ekber’i ruhlarına sindirenler, ancak İslam’ın inkılabına memur olacaklardır. İslam’ın hakim olduğu huzurlu bir dünya istiyorsak namazımızı ikame edeceğiz ve namazlı bir toplum için çalışacağız.
Günümüzde, içinde bulunduğumuz yaşam standartları ve dünyevileşme ile beraber, Sahabe-i Kiram’ın mazeret olarak sunmada haya edecekleri iş yoğunluklarımız ve zaman bulamama gibi kabul olunmayacak nedenlerden dolayı hem namaza olan bağlılığımız hem de maalesef insanlara birebir temas ederek tebliğ yapacak etkin davetçi şahsiyetlerimizin, oluşumlarımızın ve kurumlarımızın sayısı azalıyor. Fakat bunun karşısında küfrün örgütleri ve enstrümanları hem teknik olarak güçleniyor hem de hızla yayılıyor.
Bu gerçekliği kardeşlerimizle bulunduğumuz ortamlarda, sohbet ve konferanslarda kendilerine sorduğum sualler vesilesiyle görüyorum. Maalesef devletimiz tarafından görevlendirilen “din görevlilerimizin”, imamlarımızın vesilesiyle namaza başlayan genç sayısı neredeyse yok gibi. Namaza devam eden kardeşlerimiz ise ağırlıklı olarak bir vakıf, cemaat, hoca veya ağabey vesilesiyle başlamış ve devam ediyorlar. Bahsettiğimiz olumsuz gelişmeler namaz kılanlardan olan Müslüman oranının düşüklüğünü beraberinde getiriyor. Şeytan, namaza davet görevini yapması gerekenlerin yalnızca “din görevlileri” olması mantığı ile bizi kandırıyor. Her Müslümanın, dininin görevlisi olduğu mantığından bizleri uzaklaştırıyor, bu da bizim nefsimize hoş geliyor.
Mesele, İman Meselesidir
Bunlar eksiklerimiz ve bunları edebiyat olsun diye dile getirmiyorum. Sonuçta eksikliğin edebiyatı da bir eksiklik biçimidir. Bizim yapmamız gereken ise bellidir. Bizde, şeytanın planlı ve örgütlü tuzağına karşı insanımıza temas edebileceğimiz yüzeyi arttırmak için hep beraber seferberlik ilan etmeliyiz. Ve bu seferberlik ilanı ekonomik, teknolojik, bilimsel çalışmalara yapılan seferberlik ilanından çok daha ehemmiyetlidir, çünkü mesele “iman” meselesidir. Her bir Müslüman, bulunduğu okullarda, dershanelerde, amfilerde, kafelerde, kıraathanelerde, sitelerde, hastanelerde, plazalarda, tabiri caizse Allah’ın güneşinin ışığının ulaştığı, oksijeninin var olduğu her yerde başka bir Müslümanın elinden tutsun ve ezan okunduğu vakit onu namaza davet etsin. Alnımızın terini davamız için akıtmaktan imtina etmeyelim, ter dökülmeden çetin işler hallolmayacak.
Şanlı ecdadımız Osmanlı için namaz, öncelikler listesinde ilk sırayı dolduruyordu. Tarihçi Esad Efendi’nin tarih kitabında belirtildiği üzere padişah, Fatih’te ezan okunduğunda namaza giden insanları, Malta çarşısındaki kahvehanelerdeki arkadaşlarının oturmaya, çay ve kahve içmeye davet etmeleri üzerine icabet ettiklerini duyar. Ve sonrasında bir ferman yayınlatır. 1820 tarihli bu fermanı Esad Efendi kitabında yayınlamıştır. Fermanda, günümüz Türkçesi ile kabaca şöyle yazıyor; “Duydum ki Ezan-ı Muhammedi (sav) okunduğu halde bazı insanlar camiye giden insanları engelliyorlar. Bu engellemeyi yapanların İstanbul il hudutları dışına sürgününe karar verdim.”
Kolları Sıvama Vakti
Davet için mekan ve zaman ayrımı yapmayalım, “mobil müminler” olarak konferans salonlarını, önceden ayarlanmış programları beklemeyelim. Her anımızı, Allah’a secde eden baş sayısını arttırmak için bir fırsat bilelim. Her birimiz bulunduğumuz yerlerde namaza davet çalışmaları üzerine yoğunlaşsak, bu konuda gayret etsek, emin olalım ki bu hamlemiz; namaza davet üzerine tertip edilmiş konferanslardan çok daha etkin bir davet çalışması olacaktır. Konuşmadan, konferanstan, seminerden ziyade kolları sıvayıp iş yapalım.
Müslümanlar olarak; “bugün namaza kaç kardeşimi götürdüm” diye bir derdimiz olsa, şeytanın planını Allah’ın izniyle altüst ederiz. Şunu unutmamalıyız ki, dünyanın en üst seviye teknolojisi bizde olsun, refah düzeyi en yüksek olan toplum da biz olalım; namaz kılan insanımızın sayısı düşükse hakiki manada refaha ve kurtuluşa ermiş olmayız. Çünkü “Biz Müslümanız, hak ve batıl mücadelesinde hak tarafındayız” gibi bir söylemimiz olsa dahi, amelimiz batıldan farksız olacaktır. Hadisle sabit olduğu üzere; “Namazı zayi edenin devleti de gider.”
Hülasa, diğer bütün meseleleri namazlı bir toplum olma hedefinin ardına atalım ve önce namaza çalışalım. Müslümanlar olarak arzu ettiğimiz tüm hedeflere ulaşmak ise sonrasında sadece bir tatbikat meselesi olacaktır. Ve yine hiç hatırımızdan çıkarmayalım ki Allah’a layık kullar olmak istiyorsak ayet gayet açık ve nettir; “Onlar öyle kimselerdir ki, kendilerine bir yerde hakimiyet (egemenlik) versek, namazı kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emrederler ve kötülükten alıkoymaya çalışırlar. İşlerin sonu Allah’a varır.”
Suat Kır