15-16. yüzyılların Osmanlı’sının Avrupa’da; devleti, sarayı, ordusu, başşehri, toplumu, kültürü ve hayat tarzıyla eski dünyanın en fazla konuşulan, yazılıp çizilen, merak edilen, kıskanılan, hayran olunan ve yer yer de korkulan millet ve karakter olduğuna şüphe yoktur.
İstanbul’un fethiyle başlayıp Kanunî döneminde Avrupa’nın kalbine doğru sel gibi akan seferlerle gücünün zirvesine tırmanan Osmanlı’nın, kabına sığmaz ve set çekilemez bir nehre dönüşmesinin, Batı alemi üzerinde meydana getirdiği dalgalar ve yankılar çok şiddetli ve devamlı olmuştur. Bilhassa Kanunî döneminde Osmanlılara atfedilen çeşitli sıfatlar kalıcı hale gelmiştir.
Avrupa’nın Osmanlı Korkusu
15-16. yüzyıldan itibaren Avrupalıları, “Osmanlı tehdidi”ne karşı uyarıp bilinçlendiren, “düşmanı tanıma” ve propaganda amaçlı olarak yazılan eserlerin sayıları artmaya başlamış ve Osmanlı ile ilgili bir edebiyat doğmuştur. Carl Göllner, sadece 1500-1600 yılları arasında yazılmış eserlerin sayısının 2500 civarında olduğunu kaydetmiştir.
Avrupa’da, 15. yüzyılın ilk yarısından başlayıp 17. yüzyıl sonlarına kadar etkisini devam ettiren, yaygın bir “Osmanlı korkusu” hükmünü sürdürmüştür. Yaşanan pek çok harbin yanı sıra diplomatik münasebetlerin zayıflığı da, Avrupa’da Osmanlı korkusunu beslemiştir. Hatta söz konusu korku zamanla öylesine dallanıp budaklanacaktır ki, Giovanni Ricci’nin ifadesiyle bütün Avrupa’yı saran bir “Osmanlı saplantısı”na, dahası “Osmanlı hastalığı”na yol açacaktır.
Korkunun İlgiye Dönüşmesi
1630 sonrasında Avrupalı seyyah, yazar ve bilginlerin kaleme aldığı eserlerde Osmanlı Müslümanlarıyla ilgili daha önceki yüzyıllarda belleklere işlemiş “okuma yazma bilmeyen, tembel, tamahkar, aşırı gururlu, kaba ve Hıristiyanları ezen insanlar” imajından kaynaklanan peşin hükümlerin azaldığı görülmüştür. Özellikle Osmanlı’da kanun ve kurumların iyi işleyişi, sosyal yapının sağlamlığı, halkın merhameti, iyi yürekliliği, askerlerin kanaatkarlığı üzerinde durulmuştur.İngiliz seyyah ve yazarlar için 16. yüzyılda, kudret ve medeniyetin zirvesinde olan Osmanlı Devleti’nin bu başarıya erişmesinin sırlarını araştırmak ve sorgulamak daha cazip gelmiş ve bu yüzyıldan itibaren İngilizce ve başka dillerden çevrilmiş müspet kitap ve risalelerin sayılarında bariz bir artış yaşanmıştır.
Diğer taraftan 18. Yüzyılda fetihlerin yavaşlaması, artan ticarî-diplomatik ilişkiler, Osmanlı ülkesine gerçekleşen seyahatlerin yoğunlaşması da bu korkunun kısmen zayıflamasına sebep olmuş, Osmanlı toplumuna ilgi ve merakın artmasına yol açmıştır.
Aslında 15. yüzyılda baş gösteren Osmanlı korkusu ya da saplantısı asırlar boyunca varlığını ve etkisini belli ölçülerde hep muhafaza etmiştir. Cemil Meriç’in de dediği gibi “Bütün Kuran’ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlı’yız; Osmanlı, yani İslam!” yargısı değişmemiştir. Bunun son örneği 15 Mart 2019’da Yeni Zelanda’daki iki camiye cuma namazında yapılan terör saldırısında yaşanmıştır.
Terörist Brenton Tarrant, I. Kosova, İstanbul’un Fethi ve II. Viyana Kuşatması gibi Osmanlı tarihindeki mühim hilal-haç savaşlarının intikamını almak gayesiyle 50 Müslümanı katlettiğini manifestosunda ilan etmiştir. Bu noktada Fransız tarihçi Albert Sorel’in, Osmanlı’nın, Batılıların ruh yapısı ve bilinçaltında bıraktığı derin psiko-sosyal izlerle ilgili tespitleri müthiştir:
“Osmanlı, Avrupa’da görünür görünmez; papazların ve zorbaların idaresine kendisini rahatça teslim etmiş, şarabını içip uyuklayan Avrupa’nın kapısından içeri giren bu dipdiri erkek güzeli insanlar, yepyeni bir nizam içinde akıp gelen başarılı muazzam kuvvetler, o zamanki Avrupalının örümcekli ve bulanık kafasında bir şok tesiri yaparak onda şifa bulmaz bir dehşet hastalığı doğurmuştur. Osmanlı’nın, uyuklayan Avrupa’nın afyonunu patlatması hadisesi öylesine derin bir tesir yapmıştır ki aradan yedi asır gelip geçmiş olmasına ve bir gün eski dipdiri delikanlının, hasta adam şekline sokulmasına rağmen, Avrupalının yirminci kuşak torunları dahi bu Osmanlı hastalığından, Osmanlı şokundan tamamen şifa bulamamıştır.”
Modern Batı’yı Kuşatan Kadim Korku
Türkiye’nin son yıllarda Osmanlı’yı sahiplenmesi, dış politikasında Osmanlı birikiminden faydalanması, Ortadoğu’da sergilediği tutum/harekâtlar, Gazze ve Filistin davasındaki insanî duyarlılığı Batı kamuoyunda; “Türkiye yeniden Osmanlı’nın rolüne mi soyunuyor?”, “Osmanlı mirasına sahip mi çıkıyor?”, “Batı eksenli çizgisini değiştiriyor mu?”, “Yeni Osmanlıcı bir strateji mi izliyor; Osmanlı gibi yayılmacı bir açılım peşinde mi koşuyor?” sorularının çoğalmasına, kuşkuların ve eski hastalığın yeniden depreşmesine sebep olmuştur.
Batılıların, eski Osmanlı coğrafyasındaki emperyalist hakimiyetini ve çıkarlarını sürdürmek adına, Osmanlı’dan ve Türkiye’den korktukları bir gerçektir. Son tahlilde yüzyıllarca yıkmak için olağanüstü çaba gösteren ve hala eski hastalıktan kurtulamayan Batı Âleminin, Osmanlı’nın veya ruhunun, Türkiye aracılığıyla dirilmesine tahammül edemeyeceği ortadadır.
Türkiye’nin Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlarda aktif bir siyaset izlemesi, siyasi yapılanmasında etkin rol oynaması; bölgesinde ve dünya üzerinde sözünü ve belirleyici tesirini daha da artırması; hâsılı her alanda büyümesi, güçlenmesi ve istikrarını koruması, Batılılara -Osmanlı zamanında olduğu gibi- bu korkuyla yaşamayı öğretecek ve Büyük Türkiye gerçeğini benimsetecektir.
İsmail Çolak