Anadolu, İslam’ın öz diyarı, öz yurdu… Anadolu, nice medeniyetlerin buluştuğu ruh ve neşe bulduğu eşik. Hem Doğulunun hem de Batılının yüzyıllar boyunca peşini bırakmadığı, savaşların gerçekleştiği, kanların aktığı, nice devletlerin kaybolduğu kültür, sanat ve zenginlikler diyarı. Yeraltı ve yerüstü kaynakları ile müthiş bir kaynağa sahipken aynı zamanda üzerinde kurulan medeniyetler sayesinde devasa bir güzelliğe ve kültür birikimine sahip Anadolu, dünyanın merkezindeki şiir gibidir. İstanbul bu şiirin “Matla Beyti”, Diyarbakır “Dengbêj”i, Konya “Mesnevi”si, Şanlıurfa “Kaside”sidir. Anadolu surete bürünmüş dava taşı iken Mekke, Medine ve Kudüs ise ruhu, manası…
Anadolu, sadece bir coğrafya adı değil, bir fikir ocağı, şehitler ve veliler yuvasıdır. Aşkın ve inancın “Fikirse Fikir, Kavgaysa Kavga!” şeklinde tezahür ettiği, dudaklardan dökülen zikrin düşmana sallanan kılıç seslerine karıştığı, akıncıların destan yazdığı şehadet sahasıdır. Anadolu, Ezan-ı Muhammediyye’nin dalga dalga yayıldığı, tekbir seslerinin yüreklere huzur saçtığı her yerdir. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun ifadesiyle: “Anadolu, bir mekan, bir coğrafya parçası olmanın ötesinde, her coğrafya parçasının kendine mahsus bir manası olmasına nispetle, bu manayı da hakikatiyle gösterebilmiş bir ‘beden’ ismidir. Tarih boyunca nice kavimlerin ‘harman’ olduğu, nihayet bugünün moda lafı nidüğü belirsiz bir ‘mozaik’ laflamasının dışında, bu İnsana ‘mutlak hakikat’ kisvesini giydirerek ‘Devlet-i Ebed Müddet’ idealinin ‘binek taşı’ hüviyetine bürünen Anadolu, vatan fikrinin tecelli ettiği yerdir.” (Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası B-Yedi: Tarih, 407)
Anadolu fetih ve kahramanlık diyarıdır
Dava, pazarlıksız Allah ve Resûl davası. Bu hakikati başa aldıktan sonra diyebiliriz ki, madde ve manada Anadolu’ya ruh veren, aksiyon üfleyen ve erlik sahasında boy gösteren binlerce güzide şahıs; Tuğrul Bey’den Osman Gazi’ye, Kanuni’den İdris-i Bitlisi’ye, Alparslan’dan Abdülhamid’e, sembolleşmiş lider ve kahraman var. Birkaç örnek:
Malazgirt Zaferi (1071) Anadolu’nun fethinin anahtarıdır ve bu kapının başında Büyük Selçuklu Devleti lideri Ebul Feth (Fethin Babası) Alparslan vardır. O, önce Şii Mısır-Fatımi Devleti’ne karşı düzenlediği seferle ihanet zümresini alt etti ve ardından Bizans İmparatorluğu’na Malazgirt’te diz çöktürdü. Yıllar sonra Bizans’ı tarihe gömmek, Konstantiniyye’yi İslambol-İstanbul yapan Fatih Sultan Mehmed’e nasip oldu. Sadece tarihe gömmek değil elbette, Batı dünyası Fatih Sultan Mehmed’in korkusu ile yıllarca başını kaldıramadı, sağı solu yağmalayamadı, kimseye zulmedemedi. O kadar korkmuşlardı ki; Sultan Mehmed’in ölümünün ardından Roma’da şenlikler düzenlendi, Avrupa kiliselerinde şükür ayinleri yapıldı.
Anadolu, iki güzel kavimden iki devin buluştuğu yerdir. İki dev… Her ikisi de İslam İttihadı davasının lideri, Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat’in yılmaz müdafii ve dini içten yıkmaya memur Safevilerin can düşmanı. İki gönüldaş, iki yoldaş, biri Türk diğeri Kürt, iki kardeş: Harem-i Şerif’in Hadimi Yavuz Sultan Selim ve Büyük Kürt alim ve kahramanı İdris-i Bitlisi… Türk-Kürt kardeşliğinin öncü lider ve sembol şahsiyetleri. İdris-i Bitlisi, Yavuz Sultan Selim Han’ın has dostu ve Osmanlı’nın Doğu Müsteşarı… Sultan Selim ile Çaldıran’da beraber, omuz omuza… Ümmet içerisinde fitne çıkarmaktan ve Batı’ya karşı tek bir hamle yapmaktan aciz Safevilerin darmadağın edildiği Çaldıran.
Vatandan yana Büyük Muzdarip II. Abdülhamid Han… Her türlü ihanet odağı tarafından dıştan kuşatılan, içten ise çürütülmeye çalışılan Osmanlı Devleti’ni yeni bir nizam ve yeni bir anlayış ile dizayn etmeye, toplamaya ve nihaî noktada imparatorluğun ömrünü uzatmaya gayret eden, siyasî dehası ve idare yeteneği tartışmasız büyük deha. Onca sıkıntıya, işkenceye ve ihanete rağmen Anadolu’yu ayakta tutmakta bir an bile tereddüt yaşamadı. Batı onu hiç sevmedi, o da Batı’yı…
Anadolu aşk ve meşk diyarıdır
Aşk… Sadakat ve samimiyet, şüphe ve ihanetin incecik bir çizgiyle ayrıldığı muhteşem hal… Aşk… Çok ziyade sevgi, şiddetli muhabbet, sevda, candan sevme. Anadolu, Allah Resûl’üne pazarlıksız iman etmiş aşıkların; Yunus Emrelerin, Itrîlerin, Dede Efendilerin; Leyla ile Mecnunların, Ferhat ile Şirinlerin diyarı. Camilerinde Itrî’nin bestesinden salaları, teşrik tekbirlerini duyarsınız, Mevlevihanelerinde Dede Efendi’nin Seba, Neva, Bestenigar Mevlevi ayinlerini ve Ferahfeza Ayin-i Şeriflerini dinlersiniz. Sokaklarında Mevlana Şems muhabbetini özler, meydanlarında Kerküklü Arzu ile Kamberi, Cizreli Mem ile Zin’in destansı aşklarına hüzünlenirsiniz. Ahmed-i Hâni alıp götürür sizi bir başka rüya iklimine. Hem hangi aşk hikayesi Fuzuli’nin dilinden anlatılan Mecnun’un aşkı kadar fikir yüklüdür ve hangi çile Ferhat’ın ki kadar deli doludur. Mecnun Leyla’da körleşir, Hakkı görmeye başlar, Ferhat ise Şirin için deldiği dağdan muradına ulaşamadan ayrılır bu elden. Anadolu ermişler diyarı, aşk yangınında erimişler yatağıdır.
Anadolu edebiyat ve sanat diyarıdır
Estetik, bir mana, surete bürünmek ve görünmek isteyen bir mana. Estetiğin olmadığı yerde ruh yok, zevk yok, tesir ve aşk izi yok. Estetik avlayıcı ve tesir edicidir. Anadolu İslam beldesi olmakla birlikte resimden mimariye, edebiyattan hat sanatına baştan sona estetik harikası bir belde olmuştur. Mimar Sinan’la beraber öğrencileri Mimar Hayreddin ve Sedefkar Mehmed Ağa’yı tanırsınız hemen. İstanbul’da Süleymaniye Camiini, Edirne’de Selimiye Camiini gezerken Sinan’ın estetik anlayışına hayran kalırsınız. Bosna’daki Mostar Köprüsü’nün Mimar Hayreddin’in eseri olduğunu öğrenince bir fikrin Anadolu’ya nasıl köprü olduğunu hissedersiniz ve Ayasofya Camii’nin hemen karşısında muhteşem mimarisi ile Sultan Ahmet Camii’ne bakar Sedefkar Mehmed Ağa’ya dualar edersiniz.
Anadolu’da taşlar kadar kelimeler de şekil alır. Şairler, edibler bir nakkaş gibi işler yazılarını. Mevlana, beyitler halinde ve Farsça yazdığı Mesnevi’sinde 40 bin farklı kelime kullanır. Yunus, dizelerinde halkın duygularına ilahî aşkı yerleştirir. Şeyh Galip, en derin eserlerini en zarif bir üslupla kulaklara fısıldar. Bâki’nin şu dizeleri hiç unutulmaz: “Bir lebi gonca yüzü gülzar dersen işte sen/ Har-ı gamda andelib-i zar dersen işte ben.” Sadece Bâki’nin mi? Şair padişahlarımızdan Kanûnî’nin de bir darbı mesel haline gelmiş şu beytini bilmeyen yoktur: “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi/ Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi.” Zümrüd-ü Anka’nın sesini duymak için kuşdili öğrenen, yollara düşen Feqiye Teyran ise ayrı bir alemden seslenir Anadolu’ya. Sîmurg hikayesindeki otuz kuşu andıran bir anlatımla ilahî anlamda fanileşmeyi dener ve bu onu sufi yolculukta zirveye taşır.
Ve tasavvuf bahçelerinde açan Anadolu’nun kadın şair ve edipleri; her biri ayrı pırlanta ve zümrüt hükmünde. Yavuz Sultan Selim’in kızı Şah Sultan, II. Mahmud’un kızı Adile Sultan, Keşkekzâdelerden Nakşî yoluna tâbi Fatma Kamile Hanım, Trabzon Valisi Ahmed Paşa’nın kızı Fitnat Hanım ve Şeref Hanım onlardan yalnız birkaçı. Şu mısralar Fitnat Hanıma ait: “Eylesün tesir derdin câne Allah aşkına / Girmesün gamhâneme bigâne Allah aşkına.”
Taşların ve kelimelerin yanında, bir de kafalarındaki fikri renklere taşıyarak canlandıran, harflere şekil vererek ulvileştirenler var Anadolu’da. Kimi nakkaş kimi hattat kimi ise ebru, tezhip sanatkarı… Derinlik, perspektif, ışık ve gölgenin olmadığı minyatür sanatında Nakkaş Nigari, Nakkaş Sinan Bey, Nakkaş Osman, Seyyid Lokman, Nakkaş Nakşî gibi sanatkarlar devleşmiş ve bediî zevkin en nadide eserlerini vermişlerdir. Hele 15. yüzyılda yaşamış minyatür sanatçılarından Nakkaş Sinan Bey’in Fatih Sultan Mehmet’i gül koklarken tasvir ettiği (Gül, Hz. Muhammed’i ve dolayısıyla İslam’ı simgelemektedir) resim gözümüzün önünde her daim canlıdır.
Hüsn-i Hat; yani yazıların en güzeli… Tarih boyunca fikir cephesinde kalem tutan zarif eller, surete büründürdüğü İslam aşk ve vecdini, ruh ve heyecanını hat yazısıyla nesilden nesile aktarmışlardır. Bu yükü omuzlayanlar arasında Şeyh Hamdullah, Mustafa Rakım Efendi, Hüseyin Bin Ramazan ve Mehmed İzzet Efendi gibi mühim Hattatlar vardır. Hat, harflerin kıvrımında aşkın ete kemiğe bürünmüş halidir. Bu yüzden Anadolu, Kuran’ın en güzel Hat edildiği diyar olmuştur.
Anadolu sahabe ve veliler diyarıdır
Sahabe; gökteki yıldızlar, başlara taç… Eyyûb el-Ensarî (ra), ilerlemiş yaşına rağmen İstanbul’un fetih müjdesine nail olmak için cihada çıkıp şehid olan İstanbul’un aşk abidesi. İyaz bin Ganem (ra) emrinde bir ordunun Diyarbakır’ı fethinde şehid düşen onlarca yıldız. İslam ordusuna karşı direnen Diyarbakır’a, Hz. Halid bin Velid komutasında 80 kişi tünellerden sızarlar. Şehir fethedilir ancak onlarca şehid vardır ve biri de Hz. Halid’in oğlu Süleyman (ra). Onlar Allah Resûl’ünün dostları, şimdi Diyarbakır’da metfun.
Ve yine hepsini saymanın imkansız olduğu yıldızlar: Gaziantep’te Hz. Ukkaşe bin Hasene (ra), Adıyaman’da Hz. Safvan bin Muattal (ra) ve Maraş’ta Hz. Peygamber’in silahşörü Malik bin Ejder Hazretleri. Ve veliler… Anadolu kıtasında surete bürünmüş davayı yaşatan veliler. İbn Arabî’den Mevlana’ya, Akşemseddin’den Molla Hüsrev’e, Ebu Suud’dan İbrahim Hakkı’ya, Hacı Bektaş Veli’den Hacı Bayram Veli’ye, Evliya Çelebi’den Kâtip Çelebi’ye, Ahmet Yesevî’den Abdulhakîm Arvasî’ye sayısız alim ve veli… Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin kayınbabası olan Şeyh Edebali; Anadolu Ahilerinin reislerinden. Osman Gazi’ye, bey olması sebebiyle verdiği nasihatten şu söz hep başköşede: Ey Oğul! Sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz. İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın.Akşemseddin, İstanbul’un manevi fatihi olarak kalplere yerleşirken, Somuncu Baba’nın ruh üflediği Hacı Bayram Veli ise Ankara’dan tüm gönüllere taht kurmuştur. İnsanların soluklandığı, nefislerini terbiye etmeye uğraştıkları bir durak daha vardır Ankara’da; Bağlum. Üstad Necip Fazıl’ın “Kurtarıcım, Efendim” diye takdim ettiği büyük veli Abdülhakîm Arvasî Hazretleri.
Anadolu, fikir ve aksiyon diyarıdır
Bugün dost düşman gözünü dikmiş Anadolu’ya bakmaktadır. Yüzlerce yıldır Batı’nın sömürgesi altında debelenen, onlarca kez soykırıma maruz kalan coğrafyalar, Anadolu kıtasındaki dava taşını yerli yerinde görmek istemektedir. Nitekim Anadolu üç kıtaya edep taşımış, aşk taşımış, ilim ve irfan taşımış, kimseyi üzmemiş, kimseyi ezmemiş her millete kendi konumunda değer vermiş ve yüceltmiştir. Öyle ki Osmanlı’nın gittiği her yerde Anadolu ruhunun izleri vardır. Camileri, kervan sarayları, çarşıları, medreseleri ile bütün şehirler, İslam sanat ve zevki ile döşenmiştir. Düşman onca kin ve nefret pompalamasına, ele geçirdiği yerlerde Osmanlı izlerini silmeye gayret etmesine rağmen gönüllerden silememiştir. Bu yüzden nereye gitseniz al bayrak sevinçle dalgalanır, Anadolu’nun erenleri aşkla karşılanır, ordumuzun yiğitleri mertçe karşılanır. Demek Anadolu, coğrafya adı olmaktan çıkmış, kıtalar çapında bir fikir olmuştur.
Bu çerçevede Filistin Anadolu’dur, Halep Anadolu’dur, Grozni Anadolu’dur, Bosna-Hersek Anadolu’dur, Bağdat Anadolu’dur, Kahire Anadolu’dur, Yemen Anadolu’dur, Keşmir Anadolu’dur, Sudan Anadolu’dur ve bütün bunlar Anadolu’nun ruh kökü İslam’a ve üç güzel şehre; Mekke, Medine ve Kudüs’e sımsıkı bağlıdır. Kudüs olmadan Anadolu olmaz, Mekke ve Medine olmadan Anadolu yaşayamaz. Ve son olarak bir malumu ilamdır ki; İslam olmadan Anadolu yok hükmündedir.
Mazinin o ihtişamlı günlerini bile geride bırakacak yepyeni bir Anadolu inkılabı gerçekleşmesi ümidiyle; bayrak düştüğü yerden kalkmalı ve Üstad’ın deyişiyle “Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşı” gediğine konulmalıdır.
Ercan Çifçi