Anadolu; sahip olduğu mekan kimliğinin ötesinde, özünde barındırdığı mana ve ruh iklimi ile asırlara mührünü vurmuş bir anlayışın ev sahibi… Kimi çarpık zihinlerin ifadeleri ile ne olduğu belirsiz bir “mozaik” değil, insanlığın ve imanın hakikatinin tecessüm ettiği ilahi zenginlikler diyarı… Bu manada, Selçuklu Devleti’nden günümüz Türkiye’sine uzanan tarihi süreç içinde, mayası İslam ile yoğrulmuş olan Anadolu insanı, dünyaya yaşanmaya değer hayatın nasılını göstermiş ve insanlığın müşterek hafızasında kalıcı izler bırakmıştır.
Fiziki bir mekan sınırlaması ile ölçülemeyecek bir keyfiyete sahip olan Anadolu, taşıdığı irfan ve ilim müktesebatı ile başlı başına bir “fikir ocağı” hüviyetindedir. Bu ocağın asırlar boyunca tütmesini sağlayan mana erleri ile hakikatin merkezine açılan bir kapı olmayı başarmış olan Anadolu, bugün de tüm dünyanın pür dikkat takip ettiği bir cazibe merkezi olmaya devam etmektedir. Dünyanın diğer coğrafyalarında bulunmayan birçok haslete sahip olma liyakatine ermiş, bu liyakati; devlet, sanat, kültür, siyaset ve içtimai nizam gibi muhtelif sahalarda müşahhas bir biçimde göstermektedir. Anadolu, insanlığın içinde bulunduğu buhranların panzehrini kendi özünde barındırmaktadır.
Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın, “Anadolu… Bozkurdun bir dere kenarında gümüş sulara dalıp gözlerindeki tılsımlı ateşi seyrede ede, içli ve mütevekkil bir söğüt ağacına istihale ettiği mübarek diyar…” ifadesiyle kendi ruh kökünün manasını bu topraklara yerleşmekle birlikte bulan Müslüman Türk’ün destansı serüvenine bir göz atmak gerekir. Asya steplerinde zorlu coğrafi şartlara ve çetin düşmanlara karşı kılıcıyla harikalara imza atmış olan Türk’ün, Malazgirt destanıyla birlikte yerleşmeye başladığı topraklara bambaşka bir gözle bakmaya başladığı aşikardır.
Erenler ve Yiğit Savaşçılar
Asya steplerinde keçi otlatan bir millete, mimari harikası camiler, kümbetler, kervansaraylar ve muazzam şehirler inşa ettiren anlayışın kaynağı ne olabilir? Tarihin altın mürekkep ile yazılmış sayfalarına dönüp baktığımızda, bu sorunun cevabını mana erlerinde bulmaktayız. Bir yandan kılıcıyla küfrü dize getiren yiğit savaşçılar, diğer yanda o savaşçılara ufukları zapt edecek kuşatıcı anlayışı kazandıran erenler…
Hoca Ahmed Yesevilerden Şah-ı Nakşibendilere, Abdulkadir Geylânilerden İmam-ı Rabbanîlere dek, sonsuzluk sarayının bekçileri olan evliya-i kirâm hazerâtının ektiği tohumlar ile filizlenip gür ormanlara dönüşen Anadolu, bir karargah hüviyeti ile kıtalara İslam’ın saffet ve asliyetini götürmüştür. O mana erleri ki, Allah Resulü (sav)’in davasını asırların zirvelerine sarkıtan, İslam’ın tüm ihtişamı ile yeryüzüne yayılmasını sağlayan ulu çınarlardır.
Osmanlı’nın tefessühe uğradığı dönemlerde, her biri nur saçan birer kandil olma liyakatine sahip olan halifelerini Anadolu’ya gönderip İslam mayası ile yoğrulmuş toprakları ruh ve fikir hamlesi ile diri tutmayı başaran Mevlana Halid Zülcenâheyn Hazretleri (ks), mürşidinin “Ne istersin?” sualine karşılık, “Din-i İslam’ın hakimiyeti için dünyayı isterim!” cevabını vermiştir. İşte bu hakim anlayış sayesinde, en çalkantılı dönemlerini yaşayan Anadolu’nun temsil planındaki çöküşüne karşılık, yeniden diriliş için ihtiyaç duyulacak nüvelerin yetişmesinin önü açılmıştır.
İnsanlığın Gayesi, Ufuk Peygamber (sav)’in tebliğ ettiği billurdan bir hazine olan Ehl-i Sünnet itikadının yılmaz savunucusu olan Anadolu insanı, gerek Batı cephesinden gelen madde şaklabanlığına, gerekse ruhu kemiren zehirli bir hançer yarası olan Fars tesirine karşı, inşa ettiği hayat nizamı ile İslam’ın özünü daima muhafaza etmeye namzet olmuştur. Nitekim Malazgirt Fatihi Sultan Alparslan’ın, “Biz Türkler temiz Müslümanlarız, bidat nedir bilmeyiz. Allah bizi bu yüzden aziz kıldı.” sözü de bu hakikati yansıtmaktadır. Yaşadığı kültürel soykırımlardan işgal hamlelerine, mukallit aydınların hezeyanlarından hain soydan devlet adamlarının içeriden çürütme gayretlerine dek, türlü bozgunlara maruz kalmasına rağmen daima özünde muhafaza ettiği iman sadakatinden dolayı, bugün de Âlem-i İslam’ın umudu olmaya devam eden bir vatan coğrafyasından bahsetmekteyiz.
Her türden insani oluş ve kuruluş sahasında, olması gereken ahengin temsilciliğini hakkıyla ifâ etmiş olan Anadolu ruhunun, ne denli ulvi bir hazineye sahip olduğuna bir misal olarak; bugün ülkemizde de takipçileri bulunan; ilim, hikmet ve irfan düşmanı Vehhabi zihniyete mensup bazı “kadıların!”, içinden çıkamadığı ilmi meseleler dolayısıyla, ecdadımızın kütüphanelerinde, Hanefî alimlerinin mirası olan eserlere başvurduğunu bilmekteyiz. Bu da, aksiyon derinliği ve kuşatıcılığı had safhada olan Ehl-i Sünnet anlayışının ne denli büyük bir öneme haiz olduğunu bizlere göstermektedir.
Kahramanlık Ahlakı
Anadolu’nun insanlık mirasına kazandırdığı hasletlerinden biri de kahramanlık ahlakıdır. Kurtarırken merhamet eden, hükmederken adaletli olan, bâtılı yıkarken hak olanı inşa eden, iyi, güzel ve doğruyu her halinde ortaya koyan bir şahsiyet anlayışı… Bu anlayışın menbaı olan irfanî derinliğin, Allah’ın yeryüzünde halifesi olmak şerefine nail olan insandaki en güzel tecelli örneklerini Anadolu insanında görmekteyiz. Sultan Fatih’in fetih ahlakından, Yavuz Sultan Selim’in ordusundaki askerin kul hakkı hassasiyetine, Osman Gazi’nin Şeyh Edebali’ye karşı olan hürmetinden Mimar Sinan’ın Ayasofya’nın imarını güçlendirirken gösterdiği inceliğe dek, kahramanlık ahlakının aksiyona geçmiş örneklerini bulmak mümkündür.
Dünya, kıtalar çapında köklü değişim ve dönüşüm dönemlerinden geçerken, insanlık alemine kurtuluş yolunun İslam’da olduğunu, yaşanmaya değer hayatın hangi hayat olduğunu yeniden gösterme liyakatini elinde bulunduran Anadolu, tarihin kendisine biçtiği rolü ifa etmek üzere yeniden sahneye çıkacaktır. Büyük doğumun arefesinde, Müslümanlar olarak bizlere düşen biricik vazife, bu mukaddes yürüyüşün karargahı olan Anadolu ruhuna omuz vermek ve sancağın yeniden dalgalandırılması adına karıncalar misali gayret etmektir. Hüküm, mutlak kudret ve ilim sahibi olan Allah’ındır…
Mithat Yılmaz