Çeşitli eserleri ile gerçek bir fikir ve sanat adamı olarak tanınmış Necip Fazıl’ı, asıl Necip Fazıl yapan şey neydi? Bunun cevabını kendi dilinden öğrenebilmek, tüm ömrünü adadığı davasını gerçek manasıyla anlamlandırabilmek ve onun hayat yolculuğunun tüm merhalelerine şahit olabilmek için belki de diğer tüm eserlerinden önce okunması gereken bir kitap, O ve Ben. İşte eserin girişinden Üstad’a ait cümleler:
“Bu eser, dünyaya gelişimden bugüne kadar en hususî renkleri, çizgileri ve sesleriyle hayatımın hikayesi ve asıl O’nu tanıdıktan sonra manasını anlamaya başladığım vücut hikmetinin bende tecelli eden yakıcı ifadesidir.”
“Onu Tanıyıncaya Kadar”
Necip Fazıl, tüm gerçekliği ve samimi diliyle otobiyografisini ortaya koymak, özellikle de “O” dediği kişiyle tanışmasını, ondan öncesi ve sonrasını anlatmak amacıyla kaleme aldığı bu eserini, üç ana bölüme ayırmıştır.
“Onu Tanıyıncaya Kadar (1904-1934)” adlı birinci bölüme, doğumundan gençliğine kadar yetiştiği bütün ortamlardan ve üzerinde etkisi bulunan insanlardan bahsederek başlıyor. Çocukluk yıllarında, üzerinde daha fazla emeği olan annesi ve dedesine dair anılarına yer verirken; gençlik yıllarında, fikir ve sanat hayatını etkileyen hocaları ve sınıf arkadaşlarının yanında Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Yakup Kadri, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Peyami Safa gibi bazı ünlü isimlerden oluşan edebiyat çevresinden bahsediyor.
Ancak ilerleyen zamanlarda, Necip Fazıl’ın düşüncelerinin değişmesiyle birlikte, bu isimlerle aralarında görüş ayrılıkları oluşmaya başladığı görülüyor. Özellikle gençlik yıllarında sürekli arayış içerisinde bulunan Necip Fazıl, bu arayış dönemlerinde yaşadığı bohem hayatının, büyük bir pişmanlık olduğunu dile getiriyor.
“Hayatım, başından beri muazzam bir şeyi bulmanın cereyanı içinde akıyordu. Şu veya bu miskin vesilenin hassasiyeti içinde birini arıyordum…
Birini…
O kim mi?
Allah’ın Sevgilisi…
Sonsuzluk ikliminin batmayan güneşi ve ebedilik sarayının paslanmaz tacı.
Tek dava O’nu bulmakta, bulduracak olanı bulmaktaydı.”
“Tanıdıktan Sonra”
Kitabın esas kısmı “Tanıdıktan Sonra (1934-1943)” başlığıyla ikinci bölümde ortaya çıkıyor. Necip Fazıl, otuzlu yaşlarındayken, birtakım tevafuklar sonucunda, dönemin büyük mutasavvıflarından Seyyid Abdulhakim Arvasi Hazretleri ile tanışıyor ve bakışlarından son derecede etkilenerek, manevi bir buhran dönemine giriyor. Bu buhran dönemi, başta yaşadığı gelgitlerle birlikte ağırlaşırken, çareyi Arvasi Hazretleri’ni Eyüp’te ikame ettiği Kaşgari Tekkesi’nde sıkça ziyaret etmekte ve onu tanımaya çalışmakta buluyor.
“Eşya ve hadiselerin aslını, özünü, cevherini araştırırken galiba öyle bir sırrı tırmıkladım ki, bu sır şahlandı, şahlandı ve beni çarptı; rahat ve mesut bir insanın nezaret ufkunu kararttı ve artık hiçbir şeyi görmemek yerine ensemden bastırıp bana dipsiz bir kuyuda yokluğu göstermeye kalktı.
Bu kuyuda ‘öz ağzımdan kafatasını kusarcasına’ Allah’ın gölgesini gördüm.
… Her şeyi o türlü kaybettim ki, Allah’ı kazandım.”
Yaşadığı bu zorlu dönemi “öz ağzımdan kafatasını kusarcasına” şeklinde tanımlayan Necip Fazıl, Arvasi Hazretleri’nin huzurlarında tasavvufla yakınlaşarak ve birtakım kerametlere şahit olarak ona, sıkı bir gönül bağıyla bağlanmaya başlıyor. Ayrıca bu durumu kelimelerle açıklayamayacağını yalnızca “akla güvenmenin sefaletini anlama hali” olarak dile getirebileceğini ifade ediyor. Abdulhakim Arvasi Hazretleri’yle birlikte yeni bir dünya görüşü kazanması, kısa bir zaman sonra Necip Fazıl’ın kalemine ve eserlerine açıkça yansıyor. Artık kainata hakikat penceresinden bakarak, her şeyi Mutlak Vahid’e ulaştırmaya çabalamaktadır.
“O Günden Beri”
Efendi Hazretleri’nin vefat etmesinden sonra, Necip Fazıl’ın yazdığı yazılar sebebiyle sık sık hapse girdiği ve davası peşinde durmadan koşturduğu dönemler “O Günden Beri (1943’ten sonra)” başlığıyla üçüncü bölümde yer alıyor. Bu dönemde dahi, Arvasi Hazretleri’nin üzerindeki etkisini hissetmeye devam etmekte ve yaşadığı zorlukları nefsini terbiye edebilmek için bir fırsat olarak görmektedir.
Necip Fazıl gibi kuvvetli zekasıyla ön plana çıkan birinin, birden bir bakışla dünyasının sarsılması ve tasavvufa girmesi, başkaları tarafından tuhaf karşılanarak eleştiriliyor. Fakat o, tasavvuftaki rabıta gibi usullere “Allah ile kul arasına girilmez!” diyerek laf atanları “küfür yobazları” diye nitelendirip cevabını net bir şekilde dile getiriyor:
“-Sen, raftaki bir kitabı almak için bile araya vasıta katar, iskemleye çıkarken; sen vapurdaki yolcunu seçmek için bile vasıtasız edemez, eline bir dürbün alırken, Allah’a vasıtasız ermekten, hatta tapmaktan nasıl bahsedebilirsin?”
O ve Ben, her yönüyle Necip Fazıl’ı tanımayı; en içten, doğal ve açık haliyle bir insanın bütün acziyetini görebilmeyi ve yakın geçmişte yaşamış bir Şeyh Efendi’nin çevredeki yozlaşmışlıklara karşı sergilediği yüksek irfan ve hassasiyetine şahit olabilmeyi sağlıyor.
Günümüzde, çoğumuzun rasyonalite üzerine kurmuş olduğu bir İslamiyet anlayışı karşısında, bizlere farklı bir boyut yansıtan bu eser, Üstad’ın diğer eserlerinde de olduğu gibi, derin anlamlar yüklü, her cümlesi üzerinde uzunca düşünmeye değer bir yapıt niteliğindedir.
Elifnur Koçak