Dünya, büyük bir krizin eşiğinde. “Büyük İsrail” idealini gerçekleştirmeye çalışan Siyonizm ile onun kardeş ideolojisi Evanjelizm, Yahudilerin nihai savaş olarak tanımladığı Armagedon’u başlatmak için bütün güçleriyle çalışıyorlar. Müslümanlara karşı girişilen mücadelenin ve son olarak Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrinde meydana gelen elim hadiseyi de bu açıdan okumakta fayda var . Sadece profesyonellerin kullanabileceği silahları yanına alan terörist Brenton Tarrant, Cuma namazı vaktinde Christchurch’ta bulunan El Nur ve Linwood camilerinde namaz kılanların üzerine acımasızca ateş açarak tam 51 kişiyi şehit etti.
Vaka o kadar iç yaralayıcı ki, terörist caminin girişinde kendisine selam veren, “kardeşim” diyen savunmasız bir insanı üçüncü kelimeyi söylemeye fırsat vermeden katlediyor. Yetmezmiş gibi hutbe dinleyenlerin üzerine gözünü kırpmadan ateş açan cani, dışarıda eşlerini bekleyen kadınları da öldürüyor.
Irkçı, Terörist Şebeke
Olan biten, cinnet geçiren yahut akıl sağlığı yerinde olmayan birinin icraatından çok öte anlamlar barındırıyor. Bu, tamamen kurgulanmış, üzerinde çalışılmış organize terör eyleminde katil, harekete geçmeden önce sosyal medya hesabından bir de bildiri yayınlıyor. Müslümanları ve İslam’ı aşağılayan söz konusu bildiride Ayasofya için de mesajlar veriyor. Türkiye Müslümanlarına, “Boğaz’ın Batı yakasında yaşamayı denerseniz, Avrupa’ya gelirseniz sizi öldüreceğiz” diyor.
Ayasofya ve İstanbul’la ilgili olarak: “Konstantinopolis’e gelir, tüm cami ve minareleri yıkarız. Ayasofya minarelerden kurtulacak ve Konstantinapol hak ettiği gibi tekrar Hristiyan şehri olacak” diyor! Katliam yaparken kullandığı silah ve şarjörlerin üzerindeki mesajlar da ilginç. Misal: Türkofagos! Türkofagos, Yunanca’da “Türk Yiyici” anlamına geliyor. Bu lakap, 1821’de Osmanlı’ya karşı savaşan Nikitas Stamatelopoulos’a ait! “Viyana 1683” yazıyor! Sultan IV. Mehmed döneminde, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın komutasındaki Osmanlı Ordusu’nun Avusturya karşısında Viyana’da bozguna uğratıldığı tarih! Daha öyle şeyler var ki, Murat Bardakçı’nın ifadesiyle “tek başına planlamayan, arkasında bilgi bakımından oldukça donanımlı ırkçı, terörist, sapık, vesaire gibisinden şebekenin bulunduğu” kompleks bir iş olduğu anlaşılıyor.
Batı’da, İslam’a ve Müslümanlara yönelik saldırıların mazisi çok eskiye dayanıyor. Yakın zaman önce Hollanda’da, Almanya’da camilere yapılan saldırıların gayesi, hiç kuşku yok ki Müslümanları sindirmekten başka bir şey değildi. Belçika, Fransa, Avusturya, İngiltere, Norveç gibi ülkelerde yaşayan Müslümanlar, periyodik olarak hedef haline getiriliyor. Avrupa’da faşizmin yükselişi, Müslümanları hedef almamış gibi görünse de -2012’de Breivik isimli teröristin Norveç’in Utoya adalarında 77 kişiyi katlettiği hadiseyi ve sonrasında yaptığı açıklamaları hatırlayalım- öncelikli hedefin Müslümanlar olduğu açık. Siyaset bilimciler, bu psikolojiyi İslamofobi yani “İslam korkusu” olarak tanımlıyorlar. Oysa mevzunun serencamı İslamofobi yakıştırmasının hafif kaldığını gözler önüne seriyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nin 11 Eylül Saldırıları’nı bahane ederek İslam dünyasında giriştiği kıyımı da düşünürsek, bu tavrın adını net şekilde ortaya koymamız mecbur hale geliyor. Evet, yaşananlar salt, “masum” bir korkunun değil kelimenin tam anlamıyla düşmanlığın sonucu olarak hayata geçirilmiş bulunuyor. Batı “medeniyeti” ustaca kurgulanmış oyunu sahnelemeye çalışıyor ki, kendilerinden zarar görmedikleri Müslümanları, uluslararası kamuoyunun nezdinde itibarsızlaştırmak için sözüm ona “İslamcı” terör örgütleri icat ederek, mezkur düşmanlığı meşru zemine oturtmaya çalışıyorlar. El Kaide ve bugün DAEŞ’in yaptıkları da bu çerçevede değerlendirilmeli.
Peki Ne Yapmalı?
Gelelim kritik soruya. Peki, bu düşmanlığı bertaraf etmek veya karşı taraf açısından sonlandırmak mümkün müdür?
Batı’nın İslam düşmanlığı ve Müslümanlara karşı içten içe büyüttüğü önyargı, dünyanın İslam’la şereflendiği ilk yıllardan itibaren devam ediyor. O gün, Hz. Peygamber (sav)’e ve ashabına düşmanlık eden zihniyetle, bugün Müslümanlara terörist damgası vuran ve onları yok etmeyi amaç edinen zihniyet arasında hiç fark yok. Elbette bütün Batı’nın istisnasız tamamını bu şekilde değerlendirmek doğru değil. Fakat aleni düşmanlık edenlere karşı sessiz kalmak da başta inancımızla ve tarihimizle çelişmek olur.
Bize düşen, yaşayan Kuran Hz. Peygamber (sav)’in hayatını örnek alarak, onun mücadele metodunu hayata geçirmektir. Bunun için de öncelikli olarak kendimizi yetiştirmek ve sonrasında her alanda medeniyetimizi en ileri noktaya taşımaktır. Burada, eğitim meselesi ön plana çıkıyor tabii ki.
Eğer kendimizi yetiştirip, dünyaya söz söyleyecek duruma gelirsek, işte o zaman siyasal ve sosyolojik anlamda mücadelenin muteber bir anlamı olmaya başlayacak. Hayati öneme haiz başka bir hususu da ifade ederek bitirelim: En başta bugün, İslam dünyasının en gelişmiş ve en güçlü ülkesi olan mazlumların umudu Türkiye de dahil, içimizdeki ikiliği, tefrikayı, bölücü ve ayrıştırıcı unsurları bertaraf edip beraberliği ve kardeşliği tesis edemediğimiz müddetçe, bin dört yüz küsur yıldan beri süregelen mücadele ile baş etmemiz, ne yaparsak yapalım imkansız hale gelecektir.
İbrahim Baran