Anadoluyu MayalayanlarÖne ÇıkanlarSuat KIR

Ömürlük Köprü

1.68BinOkunma

İnandığınız gibi yaşamazsanız yaşadığınız gibi inanırsınız.” diyor Hz. Ömer (ra). Bu kaide, her Müslümanın hayatında bir mihenk taşı olmalı ve dalgalı denizleri aşarken ihtiyacımız olacak bir deniz feneri vazifesi görmeli bizler için. Tüm insanî oluş ve kuruluş sahalarını kuşatmaya başlayan dünyevileşme, diğer adıyla sekülerizm, dünyadan zevk alma ve alınan hazza göre hayatını şekillendirme anlayışını bugünün insanına empoze etmeyi başarmıştır. Dünya görüşü ve hayat anlayışını; materyalizm, kapitalizm ve diğer tüm “izmler cehenneminin” içinde bulduğu çağdaş insan, adeta dünyaya sahte bir cennet inşa etme hayaliyle kendi seküler dinini oluşturmaya başladı.

Ümitsizlik Hastalığı

Zamanımızdaki cahiliye toplumunun gözümüzde çok güçlü görünmesi, belki de bizleri, imanımız gereği asla düşmememiz gereken ve şeytanın bizi vurup gardımızı düşürdüğü en sinsi tuzaklardan biri olan “ümitsizlik” hastalığına gark etti. Bu hastalık, kendi sabitelerimizden vazgeçip karşı tarafın sabitelerini uygulayan ama bir taraftan da Müslümanım diyen yeni “diyalogcu” tiplerin ortaya çıkmasına sebep oldu.

Bu zümreyi maalesef siyasetten eğitime, medyadan, sivil topluma dek hayatın her sahasında görmek mümkün.  Şartların, koşulların, günlük durumların gözümüzde büyümesi, mevcut durumun üstesinden gelinemeyeceği gibi iman dışı düşüncelere bizleri sevk edebiliyor. Bazılarımızı da karşı tarafa hayranlık duyan ve onların gönüllü propagandasını yapan işbirlikçiler haline dönüştürüyor.

Bir yandan Efendimizin (sav) risaletinden önceki cahiliye döneminin yaşandığı günleri gözümüzün önüne getiriyoruz. İçinde bulunulan karanlık koşulların, yeni bir hayat anlayışına ve dosdoğru bir nizama geçiş için neredeyse imkansız olarak görüldüğü bu dönemde, “Nasıl tam manasıyla hakiki bir inkılap gerçekleştirilebilir?”  sorusunun cevabını ve yöntemini O’nun (sav) mücadelesinden öğreniyoruz.

İman ettikleri ilahî nizamın karşısında olan yerleşik hayat anlayışını,  eylemlerinde, fikirlerinde ve kalplerinde reddeden Efendimiz (sav) ve O’nun şanlı Ashabı (ra), içinde bulundukları zorlu süreçten Allah’ın inayeti ve imanlarının kuvveti ile galip olarak çıktılar. Onlar, göstermiş oldukları destansı mücadele ile yaşadıkları dönemden kıyametin kopacağı güne dek Müslümanların küfrün karşısında nasıl muvaffak olabileceğini ispatlayarak vazifelerini hakkıyla eda ettiler.

Zira onların bize öğrettiği bir kaide olarak Müslümanlık, her şeyden önce temsiliyet şuurunu gerektirir. Temsiliyet mesuliyeti doğurur ve temsil edilenin değerleri, amelde ve eylemde bulundurma zorunluluğunu getirir. Temsiliyet iddiasında olduğumuz mutlak nizamın ölçüleri ile hayata baktığımız ve tatbikata geçtiğimiz müddetçe, bize dayatılmış batıl anlayışların pençesinden kurtulmamız mümkün olacaktır.

Efendimiz (sav) ve Ashabı-ı Kiram (ra), karşılarında sarsılmaz bir kale gibi durdukları küfür bozgunlarını bir bir bertaraf ettiler. Kıl kadar dahi olsun inandıkları ölçüleri eğip bükmediler. “Şimdilik birkaç taviz verelim, sonra nasılsa durumu toparlarız.” anlayışına hiçbir zaman teslim olmadılar. Onlar, mücadele serüvenlerinin başından sonuna dek inandıkları gibi oldular, oldukları gibi amel ettiler. Ve Cenab-ı Allah’ın emirlerine itaatin mükafatı olan galibiyete ve şerefe nail oldular.

Efendimizin (sav) tavizsiz tutumuyla birçok kez karşı karşıya kalan müşrikler, çok farklı tekliflerle O’nun (sav) karşısına geldiler. Lakin karşılarında her defasında “Bir elime ayı bir elime güneşi verseniz de, davamdan vazgeçmem.” diyen o çelikten iradeyi, Gaye İnsanını, Ufuk Peygamberi’ni (sav) buldular. İslam’ın hükümlerinin pazarlık kabul etmediğini, net olduğunu, insanların hevalarına göre değişiklik yapılamayacağını, hem müşrikler hem de münafıklar görmüş oldu.

“Sizin dininiz size benim dinim bana!”

Müfessirlerin naklettiklerine göre, müşrikler Allah Resûlü’ne (sav) bir sene kendi ilahlarına tapmasını, bir sene de kendilerinin O’nun ilahına tapmaları yönünde bir teklifte bulundular. Hz. Peygamber Efendimiz (sav) ise onlara “Allah’a bir şeyi ortak koşmaktan yine O’na sığınırım!” diyerek cevap verdi. Müşrikler bu sefer “Bizim ilahlarımızdan bazılarını istilam et (el sür veya öp), biz de seni tasdik edip ilahına ibadet edelim.” dediler. Bu hadisenin üzerine ise Kâfirun Suresi inzal olmuştur.

Dinin yayılma sürecinin ilk günleri diyebileceğimiz zaman diliminde, iniş sırasına göre on sekizinci sure olan Kâfirun Suresiyle Allah (cc) müminlere, size bu tip tekliflerle gelenlere siz şöyle seslenin diyordu; “De ki: Ey kafirler! Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk etmem. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk edecek değilim. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.”

Bu ayetler bize Din-i Mübin’in tevhit anlayışı gereği başka inanç sistemleriyle sentezlenemeyeceğini, mutlak nizam olan İslam’ın, hiçbir surette başka bir köhne anlayışın ölçüleri ile reforme edilemeyeceğini, sabitelerinin değiştirilemez olduğunu ve dine ne eklemenin ne de ondan çıkarmanın mümkün olmayacağını emrediyordu. Bunun, ne o an ne de sonrasında olmayacağını ise surenin sonunda tekrar altını çizerek kat’i surette bildiriyordu. Yani Hz. Peygamber’in (sav) ve müminlerin inkarcılarla, sapkınlık ve şirk uygulamalarıyla kesinlikle birleşemeyeceği gayet net olarak ifade edilmekteydi.

Mücadele ve Muhafaza ile Memuruz

Hülasa, ötelerin nizamı olan yüce dinimiz İslam’ın, tüm çağlara teklif edildiğinin şuurunda olan ve her dem tazelenen ve kuvvetlenen imanıyla bu teklifin temsilcisi olan Müslümanlara düşen biricik vazife, İslam’ı diğer batıl sistemlerle yan yana getirip dönüşüme uğratmak amacı güdenlere karşı amansız bir mücadele vermektir.

Dinler arası diyalog fitnesinden dinde reforma, hadis inkarcılığından deizm hastalığına ve mealcilik ahmaklığına dek sahih anlayışımızı baltalamak isteyen tüm zehirli tesirlere karşı, 1400 yıldır süregelen Ehl-i sünnet omurgasını muhafaza etmek ve inananlar için bir mükafat olan cennete götürecek nizamın dünya görüşüne sahip olmak, içinde bulunduğumuz çağın karanlığını yarmak için ilahi bir neşter olarak elimizde bulunmaktadır.

Soluduğumuz her bir nefes, ne zaman geleceği meçhul olan son nefesimize hazırlık için vardır. Geçici bir dönem de olsa, din dışı tüm kabul ediş ve uygulamalar sonrasında dinin kendisi haline dönüşmektedir. Köprüyü geçene kadar ayıya dayı diyelim deyip hayatının tamamını köprüdeymiş gibi yaşamak insanın kendi kendini kandırmasından başka bir şey değildir.

Unutmayalım ki alemlere rahmet olarak gönderilmiş Peygamberimiz (sav) “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz!..” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663) hadisiyle hayattayken nasıl yaşadıysak, tercihlerimiz kimden yana olduysa, öyle öleceğimiz ve dirilirken de aynı hal üzere dirileceğimiz hususunda bizleri gayet net bir şekilde uyarmıştır. Rabbim son nefese kadar taviz vermeden, O’nun arzu ettiği gibi iman etmeyi ve yaşamayı bizlere nasip eylesin.

Suat Kır