Sözüm sanadır, ey emmareye düşkün nefsim! Söz dinle ve gereğini yap. Yap ki, rahmet semasının merhamet bulutları üzerimize gelsin, bizi gölgelesin. Gelsin ki, çölleşmiş gönlümüze iki damla itminan yağmuru yağsın.
Hatırla; büyüklerimiz bizi büyütürken bize anlattıkları ve örneklik göstererek öğrettikleri en önemli hususlardan biri şuydu:
İslamiyet dört mertebede ifade edilir… İslamiyet perde perde birbiri içre açılarak şeriat, tarikat, marifet ve hakikat mertebelerinden oluşan bir bütündür derlerdi. Aslında, anlasanız hepsi aynı şeydir diye de tezekkür ederlerdi.
Sen buna dört mertebe, dört perde, dört kapı, dört makam ve benzeri gibi pek çok ad verebilirsin. Ad değişir ama adlandırılan değişmez; öyle değil mi? O İslamiyet’tir ve bu dörtlü birbiriyle aynı sirettedir ama birbirinden farklı surette görünürler; öyledir…
Gel, ey emmare vadisinde gezmeyi çok seven nefsim, İslamiyet’teki her şeye bu dört yaren ile nazar edelim.
Düşün, tedebbür eyle; tüm muamelatımız, ahlakımız ve ibadetlerimiz bu dört perdenin birbiri içine açılması olarak anlatılmıştı, oruç böyleydi örneğin.
Şeriatın orucu vardı, tarikatın orucu vardı, marifetin orucu vardı, bir de hakikatin orucu vardı; bildin mi?
Kestirmeden gidelim: Orucu nelerin bozduğunu ikimiz de biliyoruz. Şimdi sen tefakkuh eyle de, bir ilmihal yahut fıkıh metni gibi bunları saymayalım. Mesela; Ramazan ayı dedik, oruç dedik ve sen çok istedin ama o gün akşama kadar ağzımıza yiyecek-içecek bir şey koymadık (diğerlerini saymıyorum); bu oruç, oruç oldu mu? Oldu. Bu hangi mertebenin orucu? Şeriat mertebesinin orucu.
Tefekkür eyle; çok istedin lakin ağzımıza bir şey koymadık ama tam da senin istediğin gibi ağzımızdan kötü bir söz çıktı; oruç, oruç mudur hala? Hem evet, hem de hayır! Nasıl? Şöyle: Şeriatın orucu yerinde ama tarikatın orucu bozuldu.
Pekala ağzımızdan bir şey girmedi ve ağzımızdan kötü bir söz de çıkmadı, fakat o kötü söz kalbimizden/aklımızdan geçti; bu durumda ne olur? Basit; şeriatın orucu bozulmamıştır, tarikatın orucu da bozulmamıştır ama marifetin orucu bozulmuştur. (‘Allah Allah! Bu nasıl oruçmuş böyle!’ dediğini veya ‘Olur mu öyle şey!’ diye söylendiğini duyar gibi oluyorum. Yanılıyor muyum?)
Hatta şöyle sorduğunu da duyar gibiyim: Ağza (bedene) oruç tutturduk, dile (hale) oruç tutturduk, kalbe (gönle) de oruç tutturduk; peki, hala bir oruç mu var ki; hani bir de hakikatin orucu var demiştin ya kelamın başında, bu durumda hakikatin orucu ne ola? Şöyle derdi arifan: Hakikatin orucu kalbin Allah’tan başkasına oruçlu olmasıdır. Yani; ağzımıza bir şey koymadık, ağzımızdan kötü bir söz çıkmadı, o kötülük kalbimizden de geçmedi ama tahayyül eyle, kalbimizde neler neler dolaşıyor! Bu duruma ne denir? Yahut, kalpte Allah’tan başka şeyler var; bu nedir? İşte, bu şeriatın, tarikatın ve marifetin orucunu tutarken hakikatin orucunun bozulmasıdır.
İşte sana dört makam, işte sana dört oruç!
Orucun orucu, onun orucu ve onun da orucu. Birbirini tutan oruçlar. Diyesim geliyor ki, biz oruç tuttuğumuz gibi, oruçlar da bizi tutsa. Bazıları şöyle der: Şeriat zordur, tarikat onu yumuşatmak için vardır…
Hayır, ey emmare denizinin dalgıcı nefsim; gördüğün üzere şeriat en kolayı, hakikat en zoru. Ama hepsi iç içe. Bir öncekinin orucu olmadan, bir sonrakinin ve sonrakilerin orucu olmuyor. Bir sonrakinin orucu olduğunda, öncekinin/öncekilerin orucunun da olması lazım ki buna İslamiyet diyebilelim.
Ne kadar muhteşem, değil mi?
Anlaştık mı ey mutmain olası nefsim!
Mustafa Şen