Bütün fikrin gerekliliği şartı en başa alınmak üzere, bütünün habercisi parçaları bir arada terkip edici ve bir vahide bağlayıcı esaslar usulü ve ışık unsuru olmadan tarihi mevzulardan bahsetmek bir spiker kelliğinden ve aktarmacılığından başka bir şey olamaz.
Işık unsuru diye işaretlediğimiz; “muhatap anlayış” zaviyesinden “mutlak fikir” iken, tarihe bakışımıza istikamet veren esaslar usulü de Büyük Doğu dünya görüşüdür. Kendisiyle yol alabileceğiniz ve tarih muhasebesi gerçekleştirebileceğiniz bir (terkibi esaslar bütünü) ‘‘tatbik fikir’’iniz yoksa meselelere yaklaşımınız ve getirdiğiniz çözümler, muhatap olduğunuz mevzuu size ifade edenin etkisi dışında olmaz. Bu çerçevede “şuradan bakarsan böyle, buradan bakarsan şöyle” hikayesini bir kenara bırakarak, apaçık şunu iddia ediyoruz: Büyük Doğu, kendi tarihini yazar ve zihinleri inşa faaliyetinde “İnsan” başarısını çağa vurulacak mühür diye işaretlerken, aynı zamanda kendinden önce gelmiş geçmiş “insanlık tarihi”ni de yeniden inşa faaliyeti güdecek ve parçaları asli yerine oturtacak nizamı tesis edecektir.
Nihayetinde Batı dünya görüşü çerçevesinde yazılan tarih, palavralarla dolu bir sofra… Her biri birbirinin sebebi ve neticesi şeklinde hurafeler ve uydurmalar zinciri… “Tarih dolandırıcılığı” şeklinde uyanık (!) davranan bir zümrenin iktidar nimetlerinden yararlanma adına, her şeyi birbirine karıştırdığı, örtbas ettiği, yok ettiği bir kahramanlar (!) geçidi…
Bunda üç dönüm noktası mevcut; Islahat Fermanı ile devam eden Tanzimat Dönemi, I. Meşrutiyetle ayyuka çıkan sahte hürriyet davası ve 1919 ile başlayan Anadolu’yu hem ruhen hem bedenen esir alma girişimi… Bu üç mevzu günümüz Batıcı kesimce zihinlere aktarılan “Yakın Tarih” kültürünün özetlik resmidir.
1919 ve Sonrasında Ne Oldu?
I. Dünya savaşına basiretsiz siyasetçilerin zorlamaları ve Batı emperyalist yayılmacılığının tacizleri ile girmiş olan Osmanlı, bu savaştan zaferle çıkmasına rağmen birlikte savaştığı ülkelerin yenilmesi ile mağluplardan sayılmış ve İslam coğrafyasında etkinliğini yitirmeye, topraklarını sömürgeci Batılılara kaptırmaya başlamıştı.
İçte İttihat Terakki ve Batıcı güruhun iktidar üzerine fitnesi, dışta her geçen gün kuşatmayı daraltan işgalci güçlerin saldırıları, zaten muvazenesi bozulmuş Osmanlı iktidarını iyiden iyiye köşeye sıkıştırmıştı. 1919’a kadar birçok cephede savaşarak yüz binlerce şehit veren bir milletin evlatları şimdi hiç olmadık kadar planlı ve yine hiç olmadık kadar hâinâne hesaplar içerisinde, çıkış yolu-kurtuluş yolu aramaktaydı.
Mondros ve Sevr benzeri zoraki antlaşmalar ile toprak bütünlüğü bozulmuş, ekonomik sömürü resmileşmiş ve bir milletin bağımsızlığı elinden alınmıştı. Ancak buna razı olmayanlar -ki sayıları bir Anadolu coğrafyası miktarıncaydı- 1919’da savaşı bıraktıkları yerden devam ettirmeye kararlıydılar. Ve öyle de yaptılar, onlarca kent, onlarca örgüt ve dernek, yüz binlerce insan… Her bir cepheden vurmaya başladılar, İngiliz’i, Fransız’ı, İtalyan’ı ve onların kuklası Yunan’ı, Ermeni’si… Antep, Urfa, Kars, Diyarbakır, Musul, Trabzon, Eskişehir, Manisa, İzmir her bir yöreden binlerce cephe.
İşgale razı olmayan bağımsız bir milletin can pahası, kan pahası direnişidir bu. Bu başkaldırı kısa sürede neticesini verir ve cepheden vurarak Türk Milleti’ni esaret altına alamayacağını anlayanlar farklı yollar denemeye ve kendi benzerleri ile yakınlık kurarak işi çözmeye çalışırlar.
Öteden beri, içten içe, Osmanlı idarî yapısını, yönetim şeklini reddeden, Batı gibi düşünmeyi, Batı gibi yaşamayı kendine ideal edinen birçok kişi ve dernek vardı zaten. Öncelikli olarak bunlar üzerinden “Kurtuluşçuluk” fikri manipüle edilerek Milletin gözünde itibar kazandırıldı, ardından birçok dernek, vakıf ve savaşçı grupların bu güce itaat etmesi sağlandı.
Ruh Köklerimizden Kopuş
Üstad Necip Fazıl’ın deyişiyle Türk’ün madde planında kurtarıldıktan sonra ruh planında esir alındığı dönem; Cumhuriyet Dönemi… Bu dönemin en önemli özelliği, Batılılaşma yanlısı devrimlerin hızlıca yapılması ve düne dair ne varsa reddediştir. Devrim derken, 1800’lerin ortasından başlayıp 1934’lerde zirveye çıkan, İslam ruh ve ahlakı, Türk medeniyet ve kültürüne ait ne varsa yok etme, imha etme, değiştirme ve yerine Büyük Doğu Mimarı’nın özetlik deyimiyle “Yunan aklı, Hıristiyan ahlakı, Roma Nizamı”nı getirme faaliyetlerinin tümü.
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde “askeri-siyasi-eğitim” alanlarında Batılılaşma yanlısı birçok “elit” devlet iktidar yapısına sızmış, içte ve dışta Osmanlı aleyhtarı terörist-komitacı çeteleri desteklemişlerdi. Bunlardan en önemlisi İttihat ve Terakki çetesidir. Bu çete sayesinde Batı, Osmanlı coğrafyasında nüfuz imkanı bulmuş, çeşitli eğitim kurumları, konsolosluklar açmış, askerî ve siyasî birçok kurumla sıkı fıkı faaliyet içerisine girmiştir. 1908 sonrasında Batılılaşma faaliyetlerinin ilk derin izleri görülmeye başlanmış, İslam karşıtı söylemler müsaade imkanı bulmuş, şer’i mahkemeler işlevini kaybetmeye yüz tutmuş, Batı karşıtı söylemler yerini Batıcılığa hayran anlayışa bırakmış ve kent yaşamında bu Batılılaşma-hayvanlaşma bütün haliyle sergilenmeye başlamıştır.
Cumhuriyet devrimleri bu manada yeni bir şey ortaya koymanın değil, artık “kısmen” ortadan kalkmaya başlamış olan İslamî yaşam biçiminin “devlet ve millet çapında” bittiğinin resmen ilan edilmesinden başka bir şey değildi. Ama yine etkisi dehşet çapta hissedilmiş ve bu devrimlerin sonucunda, İslam medeniyet anlayışı üzerine kurulmuş olan Osmanlı Devleti’nin toplayıcı manası çerçevesinde bir arada tuttuğu üç kıtalık büyük bir coğrafya, adına Misak-ı Milli denilen 700 bin metrekarelik alana sıkıştırılmıştır. Koca bir imparatorluğun muhatap olduğu milletler bölük pörçük olmuş, Batılı sömürgeciler için kolay av durumuna düşmüştür. Anadolu milletleri, Batı ve Batılılaşma yanlıları tarafından kıskaca alınmış, zihinleri iğdiş, hisleri iptal, şuurları yok edilmeye çalışılmıştır.
Bu o kadar kolay olmadı. Batı-Haçlı yanlısı güruhun etkisi ve desiseleri ile kendini Birinci Dünya Savaşı’nın içinde bulan Osmanlı, savaştan başarı ile çıkmasına rağmen birlikte savaştıklarının yenilgisi sebebi ile yenilenler arasında sayılmış ve içteki Batılılaşma yanlılarının ve basiretsiz politikacıların ihanete varan işbirlikçileri yüzünden de kendi coğrafyasının yağmasına engel olamamıştır. Bu program sadece Anadolu’da uygulanmadı. İslam coğrafyasının her karışına nüfuz etmek isteyen Batı, bunu farklı adlarla ve farklı kurtarıcılarla (!) başka milletlere de tatbik etti. Ülkemizde Arap düşmanlığı, Arapların yaşadığı coğrafyada Türk düşmanlığına döndü. Batı, Müslümanları bir arada tutan İslam Medeniyeti’ni yok etmek için her desiseyi ve farklılaşmayı kışkırtarak toplumları birbirine küstürdü. Öte yandan yüzlerce yabancı okulun varlığı ve buradan yetişmiş birçok elemanın, devletin bürokratik çevrelerinde yer alması “Batıdan daha çok Batıcı” tipleri doğurmuştu. Lozan’da İnönü ve ekibinin Batı tipi frak-şapka şaklabanlığında görücüye çıkması da bu fikrin ne kadar rahatça karşılandığını göstermektedir. İnönü’nün bu tavrı ilerleyen dönemde NATO üslerini konumlandıracak ve ABD-İsrail hakimiyetini “Merkez Türkiye” olmak üzere yaygınlaştıracak ve meşrulaştıracak bir işbirliğine dönüşecekti.
Demokrasi (ne demekse) şaklabanlığı ile emperyalizm, yeni sömürge dilini oluşturmuş ve ne kadar insani anlayış var ise, varlığını tartışma mevzuu edinerek kendine iktidar kapısını aralamış dünyaya hükmetmeye kalkışmıştır. Her dem yenilenen bir ümitlilik ve arayış istismarı ile milletin önüne farklı farklı cephelerden işbirlikçiler getirilmiş ve bu süreç devam ettirilmiştir. İttihat ve Terakki’nin 1919 öncesi döneme vurduğu başarısızlık ve yenilgi mührü sebebi ile kendilerini öncenin devamı gibi göstermemeye çalışan İttihat ve Terakki Grubu zaman içerisinde Halk Fırkası, Cumhuriyet Halk Fırkası/Partisi adını almıştır. Demokrasi tiyatrosunun “Karagöz ve Hacivat” kısmında diğer rolü tamamlamak üzere Terakkiperver Halk Fırkası kurulmuş, ancak milletin muhabbeti ve yeni sisteme olan kini açığa çıkınca hemencecik kapatılmıştır. 1948 yılına kadarda bu tek parti iktidarı devam etmiştir.
Türkiye’nin Hürriyet Mücadelesi
Türkiye üzerinde Batı iktidarının ilk sarsıldığı dönem Adnan Menderes dönemi. Fakat bunun bedeli, vatanı emperyalizme peşkeş çekmeye ve mandacı zihniyetle yönetmeye alışmış cuntacıların darbesi ile tam bir facia… Sonraki yıllarda siyaset tarihinde bir deyiş olarak yer alan “on yılda bir darbe” ile Türkiye AB-D ve İsrail çizgisinde tutulmaya çalışıldı. Nihayetinde Anadolu bir volkan gibi patlamaya hazırdı ve bin yıllık tarihinde olduğu gibi yeni bir destan yazabilirdi. Bu sebeple Siyonist ve Haçlı emperyalistler, bu ülkede bağımsızlığı kitlelerin gündemine sokacak en küçük kıpırdanışa bile tahammül etmediler.
Sahte hürriyet münadîleri aracılığı ile milleti sürekli oyalamak ve heyecanını öldürmekle meşgul oldular. 1972 Muhtırası, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, 28 Şubat 1997’de Anadolu’dan İslam’ın izini silmeye dönük yapılan darbe ve 15 Temmuz’da ülkeyi kan gölüne çevirmeye ant içmiş FETÖ ihanet örgütünün çok uluslu darbe girişimi ve sair. Bunlar Türkiye’nin hürriyet mücadelesinin seyrini göstermekle beraber verilen kavganın şiddetini de işaretlemektedir.
Bugün Anadolu, dört bir taraftan kuşatma altındadır. Tıpkı 1919’da olduğu gibi siyasî, iktisadî, askerî ve kültürel olarak sürdürülen bu kuşatma içteki ihanet örgütleri ve kendi ülkesine yabancılaşmış homongolos tipler tarafından desteklenmektedir. Ancak bu millet büyük bir feraset örneği göstererek vatanına, toprağına, izzet ve iffetine sahip çıkmakta ve ülkesini emperyalistlere peşkeş çekenlere karşı geçmişte olduğu gibi bugün de dik durmaktadır. Eşya ve hadiseler değişmiş ancak şartlar değişmemiştir. Bir kurtuluş savaşının eşiğindeyiz; “ya olmak ya ölmek” zorundayız. 1919 şartlarındayız. Herkes hesabını ona göre yapsın.
Ercan Çifçi