Yaratan Rabbinin adıyla oku!” buyuran Allah azze ve celle ilk vahiyden itibaren Müslümanlara kainatı, hayatı ve olayları Allah için, Allah’ın adıyla ve Allah’ın gösterdiği doğrultuda okumamızı emreder, Müslümanca yaşayıp Müslümanca ölmemizi bildirir.
“Allah sizin için bir din seçti. Artık yalnızca Müslüman olarak ölün!” (Bakara, 2/132)
İslam, insan ilişkilerinde içten pazarlıklarla, menfaat ve çıkar hesaplarıyla değil, hasbice hareket etmemizi, her sözümüzde ve hareketimizde tıpkı Hz. İbrahim gibi Allah rızasını gözetmemizi ister.
“Rabbi ona: ‘Teslim ol!’ buyurduğunda, ‘Alemlerin Rabbine teslim oldum.’ demişti.” (Bakara, 2/131)
İslam daveti başlamadan önce ırk, kabile ve aile her şeyin önünde gelir, insanların hayatını şekillendirip yönlendirirdi. Kendi ırkından, kabilesinden ve ailesinden olanı yüceltir, haklı ve haksız olduğuna bakmadan her konuda onu destekler, ehliyetli olup olmadığına bakmadan onları öne çıkarır, öncelerdi.
İnsanları ırklara ve kabilelere ayırmasının hikmetini açıklayan Allah azze ve celle, insanı insan yapan değeri açıkça bildirdi.
“Ey insanlar, şüphesiz biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Sizi birbirinizi tanımanız/tanışmanız için milletlere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah katında en değerli ve itibarlınız en fazla takva sahibi olanınızdır. Allah elbette her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.” (Hucurat, 49/13)
Sahabilerini bu doğrultuda eğiten Allah Resulü (sav), geçmişte yapılan yanlışı sık sık hatırlattı.
Selmân-ı Fârisî anlatıyor:
“Bir keresinde Allah Resulü (sav):
-Üç şey cahiliye adetlerindendir. Bunlar; atalarla övünmek, birini ataları üzerinden ayıplamak, dövünerek ağlamaktır, buyurdu.”1
Bu yönde gördüğü en küçük problemi ciddiye alarak sahabileri ciddi bir şekilde uyardı.
“Bir sebeple Medine’ye gelen ve daha sonra münafık olduğu ortaya çıkan Kays b. Mutâtiye, henüz yeni Müslüman olmuştu. Şehirde dolaşırken içinde Selmân-ı Fârisî, Süheyb er-Rûmî ve Bilâl-i Habeşî’nin oturup sohbet ettiği bir meclise rastladı. Gördüğü manzara adamı şok etti. Hayretini gizlemeyip dışa vurdu.
-Evs ve Hazrec şu adama destek olmak için seferber olmuşlar. Bunu anladım da şu adamların burada ne işi var, diye söylendi. Onu duyan Muâz b. Cebel, söylediği sözlerden son derece rahatsız oldu. Hemen ayağı kalktı, adamın yakasından tutup çekiştire çekiştire Allah Resulü (sav)’nün yanına götürdü. Söylediği sözleri bildirerek, Hz. Peygambere şikayet etti. Muâz b. Cebel’i dinleyen Hz. Peygamber öfke ile yerinden kalktı. Bir şey söylemeden doğruca mescide gitti. İnsanların toplanması için ezan okunmasını emretti. Sahabe Mescid’i-Nebevî’de toplanınca Allah’a hamd ve sena ettikten sonra şöyle buyurdu:
-Ey insanlar! Rabbiniz bir, babanız bir ve dininiz birdir. Arapça sizin anneniz de babanız da değildir. O yalnızca bir lisandır. Kim Arapça konuşursa o Arap’tır, (Kişinin ırkından veya lisanından dolayı başkasına bir üstünlüğü olamaz) buyurdu. Bunun üzerine kılıcını çeken Muâz b. Cebel:
-Ya Resulallah! Şu münafık hakkında ne emir buyurursunuz, dedi. Allah Resulü (sav):
-Bırak cehenneme kadar yolu var, buyurdu. Öyle de oldu. İrtidat Dönemi’nde dinden dönen adam, savaşlar sırasında bu hal üzere öldürüldü.2
Ehliyet ve liyakat
Değer ve itibarda takvayı esas alan Allah, dünyevi işler ve insani ilişkilerde adalet, ehliyet ve liyakatı ölçü olarak koydu.
“Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisâ 4/58) buyurarak bunu açıkça bildirdi.
Sözleri, yaşantısı ve duruşuyla adaletten taviz vermeyen Allah Resulü (sav), sahabileri her fırsatta işi ehline verme konusunda teşvik etti. Onlardan birinde:
“İş, ehil olmayana verildiğinde kıyameti bekle, buyurdu.”3
Bu nedenle Kabe’nin anahtarını çok sevdiği amcası Hz. Abbas’a vermeyen Allah Resulü (sav) yakınları için makam isteğini de reddetti. Tıpkı çok sevdiği Ebu Zer’in isteğini geri çevirdiği gibi.
Ebu Zer anlatıyor:
“Bir gün Allah Resulü’nün (sav) yanına gittim.
-Ya Resulallah! Beni yönetici yapar mısın, diye rica ettim. Bir arkadaş gibi elini omzuma koyan Hz. Peygamber:
–Ey Ebû Zer! Bu hususta sende bir zafiyet görüyorum. Yöneticilik bir emanettir. O kıyamet günü sorumluluklarını yerine getirmeyen ve hakkını vermeyenler için zillet ve pişmanlıktır. Şüphesiz kendim için sevdiğim şeyi senin için de severim. İki kişi bile olsa kimseye emir olma, yetim malının sorumluluğunu üstlenme, buyurdu.4
Hakikate adanan bir ömür
Mecusi bir anne babanın oğlu olan Selmân-ı Fârisî, ateşe tapan bir toplumun içinde doğup büyümesi onun İslam ile buluşmasına engel olamadı. İbrahimî bir bakışla hayatı okuyan hakikat kahramanı, atalarının yanlış yolda olduğunu anlamakta gecikmedi. Gerçeği kavrayıp öylece durmadı. Aksine ona ulaşmak için dünyayı ve içindekileri elinin tersiyle itme cesaretini gösterip, her şeyi geride bırakarak, ölümü hiçe sayarcasına hakikati aramaya çıktı.
Hayatı, en alim insanlardan ilim irfan öğrenmekle geçti. Müjdelenen son peygambere ulaşmak için, kölelik dahil her türlü tehlikeyi göze alarak uçsuz bucaksız çöl yolculuğuna çıktı. Malını elinden alan zalimler onu köle yaptılar. Müjdelenen son peygambere doğru gittiğini bildiği sürece kölelik umurunda olmadı. Allah Resulü’nü (sav) bulduğunda dünyalar onun oldu. Yıllardır aradığı kişi olduğunu anlayınca şahadet getirerek İslam ile şereflendi.
Hikayesini öğrenen Allah Resulü (sav) onu kölelikle baş başa bırakmadı. Sahabileri seferber ederek, kölelikten kurtulmasını sağladı. O günden sonra Suffe Ashabı olan Selmân-ı Fârisî, “Canlar canını buldum, varlığım yağma olsun!” dercesine hayatını İslam’ı öğrenip yaşamaya adadı. İslam onun için her şeyden önde değil bilakis her şeydi. Fena fil İslam olmuştu.
-Kimin oğlusun? Kimlerdensin, diye soranlara babasının ismini vermez:
-Ben İslam’ın oğlu Selmân’ım, derdi. Hayata hep bu bilinçle baktı, bu bilinçle yaşadı.
“Kendisine:
-Bize tavsiyede bulunur musun, diyenlere:
-Hac, umre veya cihat yaparken veya ilim tahsil ederken ölme imkanınız varsa bu hal üzere ölün, lakin asla günaha dalmış bir halde veya ihanet içinde ölmeyin, der5 ardından:
Allah Resulü (asm):
-Bir müminin kalbi Allah yolunda hüzünlenip ızdırap çekerse, günahları hurma yapraklarının dökülmesi gibi dökülür, hadisini naklederdi.6
Hayatı boyunca hakkı haykıran gür ses oldu
“Bir keresinde Hz. Ömer’e kumaş gönderilmişti. Halife her zaman yaptığı gibi kumaşı bölerek insanlara dağıttı. Her parçasından ancak bir elbise çıkıyordu. Halife kumaştan kendisine bir cübbe yaptırdı. Cübbe iki elbiseden oluşuyordu. Dikilen cübbeyi giyen halife Cuma Günü hutbeye çıktı:
-Ey insanlar iyi dinleyin, diye söze başladı. Sözünü tamamlayamadan bir ses duydu. Bu Selmân-ı Fârisî’nin sesiydi:
-Hayır seni dinlemeyiz, dedi. Şaşıran Hz. Ömer:
-Niçin dinlemiyorsun ey Ebû Abdullah? Ne oldu, diye sordu. O:
-Sen gelen kumaşı keserek insanlar arasında bölüştürdün. Herkes onunla kendine ancak bir elbise dikebilirken sen cübbe diktirmişsin, dedi. Hz. Ömer:
-Acele karar verme ey Ebû Abdullah, dedi. Sonra:
-Ey Abdullah, diye seslendi. Kimse cevap vermeyince:
-Ey Abdullah b. Ömer, diye seslendi. Ayağı kalkan oğlu:
-Buyur ey müminlerin emiri, dedi. O:
-Allah aşkına söyle! Bu cübbeyi benin payımla senin payın birleştirerek yapmadık mı? dedi. Abdullah b. Ömer:
-Evet öyle oldu, dedi. Selmân-ı Fârisî:
-Şimdi konuş ey müminlerin emiri, dinler ve itaat ederiz, dedi.”7
Hz. Ömer döneminde vali olduğunda da hiç değişmedi. Aynı bilinçle Rabbinin kulu olmaya devam etti.
Ebû Talha, Sâbit ve daha başkaları anlatıyor:
“Selmân-i Fârisî Medâin valisi olduğu günlerdi. Aba giyinmeyi seven sahabi, o günde üzerine şalvar ve aba giyinerek evden dışarı çıkıp çarşıya gitti. Etrafta dolaştığı sırada atı için alaf alan bir adam, aldıklarını taşıyacak biri için etrafına bakınıyordu. Aba giyinmiş olan Selmân-i Fârisî’yi görünce:
-Ey Farslı! Şu alafı sırtlan beni takip et, diye seslendi. Eşsiz bir tevazuya sahip olan sahabi:
-Haddini bil bre adam, diyerek adamı tersleyebilir, hatta cüretinden dolayı cezalandırabilirdi. Halbuki o şehrin valisi olmasına rağmen itiraz etmedi. Aksine alafı sırtlanıp adamın peşine takıldı. Yolda karşılaştıkları kişiler, sahabiyi gördüklerinde toparlanıp selam verince adam şüphelendi. Selam verenlere:
-Bu kişi kim, diye sordu. Şaşıran adamlar:
-Onu tanımıyor musun? O şehrin valisi Selmân-ı Fârisî’dir, dediler. Utancından kıpkırmızı kesilen adam, telaşlandı:
-Özür dilerim, size tanıyamadım. Lütfen çuvalı bana ver, dedi. Adamın teklifini kabul etmeyen Selmân-i Fârisî:
-Hayır vermem. Ben çuvalı bile isteye sırtlandım. Bunu üç haslet kazanmak için yaptım. Birincisi, kibir ve büyüklenmekten kurtulmak istedim. İkincisi, bir Müslüman kardeşimin ihtiyacını karşılamak için yardımcı oldum. Üçüncüsü, eğer söylediğinde alafı taşımayıp reddetseydim, bunu benden daha zayıf birine taşıtacaktın. Çuvalı sırtlanmakla zayıf kardeşimi sıkıntıdan kurtarmış oldum, dedi.”8
Hep o bilinçle yaşadı o bilinçle Rabbine vasıl oldu.
KAYNAKÇA: 1) Taberânî, Mucemü’l-Kebîr, 598 (6100); İbn Kesîr, Câmiu’l-Mesânid, 693 (4332); 2) İbn Manzûr, Muhtasar, 11/117; Şâmî, Sübülü’l-Hüdâ, 10/118 3) Buhârî, İlim, 2 4) Müslim, İmâret 16 (1827); Ebû Dâvûd, Vasâyâ 4 (2868); Nesâî, Vasâyâ 10 (3697) 5) İbn Sad, Tabakât, 4/91; 6) Taberânî, Kebîr, 598 (6086); Ebû Nuaym, Hilye, 1/867; Heysemî, Mecma, 5/276 7) Zübeyr b. Bekkâr, Ahbâru’l-Muvaffâkiyât, 109; İbn Cevzî, Sıfatu’s-Saffe, 59; 8) İbn Sad, Tabakât, 4/88; İbn Cevzî, Sıfatu’s-Saffe, 59; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, 2438 (11/252);