Alem Sanal Ahlaksızlık GerçekMahmut BolatÖne Çıkanlar

Lütfi Bergen Kenti Durdurmak İstiyoruz

2.18BinOkunma

Mütefekkirin “Fikir insanda şahsiyet inşa eder, hayatta ahlak olur, şehirde tecessüm eder.” Sözü beni araştırma ve şuurlaşma sürecinden geçirerek dertleşme sürecinin eşiğine getirdi. Şehir inşa edemeyen bir fikrin “tamam-bütün” olamayacağını düşünüyorum. Fikrin İslam’dan hareketle “tamam” olduğu aşikar olduğuna göre sorun ne? Neden öz yurdumuzda garip, yabancı gibiyiz? Şehir neden önemlidir? Kendi şehirlerimizde değilsek başka kentlerde mi yaşıyoruz? Peki, kent nedir? İslam Şehri nasıl tasavvur edilir? Gibi birçok soruyu, 25 yıldır düşündüklerini yazan ve kitaplarıyla şuurlaşmamıza vesile olan Lütfi Bergen’e yönelttik. “Evlerimizi Kaybediyoruz”, “Ahlak Ayaklanması”, “Şehir Sünnettir” gibi birçok kitap telif eden ve iki evlat babası olan Lütfi Bergen ile söyleşimizi istifadelerinize sunarız.
Şehir kavramının bir medeniyet için, topluluk için önemi nedir? Ayrıca sizin bu konuya yönelmenizdeki sebepler nelerdir? Kısaca bahsedebilir misiniz?

Azgelişmişlik Üstünlüktür kitabıma Ziya Paşa’nın “Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm / Dolaştım mülk-i İslâm’ı bütün viraneler gördüm” beyitini almıştım. Azgelişmişlik Üstünlüktür kitabım, Batı uygarlığı eleştirisiydi ve 1995’te henüz “şehir” meselesinin önemini kavrayamamıştım. Ancak bu beyit bana çok dokunmuştu; bir aşağılık kompleksinin itirafı gibi gelmişti. Zaten Azgelişmişlik Üstünlüktür kitabım bu kompleksi bertaraf etmeyi amaçlamaktaydı.
Daha sonraki yıllarda Namık Kemal’in de aynı şekilde düşündüğünü fark ettim. Başka aydınlarda da benzer düşünceleri tespit ettim. Farabi’nin Medinetü’l Fazıla eserini okuyunca Müslümanların şehir kavramını merkeze çekmesi gerektiğine kanaat ettim. Ancak “fazıl bir toplum”, “fazıl bir şehir” inşa edebilirdi. Medeniyet de ancak böyle şehirlere sahip milletlerin vasfı olabilirdi.

Biz Müslümanların “sünnet” diye düşündüğü tüm ameller de Medine’deki toplumsal hayatı ilgilendiren, yani şehrin kuruluşundan sonrasını anlatan rivayetlerdi. Dolayısıyla “şehir” meselesi, Müslümanların merkezî bir kavramı olmalıydı. Farabi, İslam ahlak teorisinin tedbirü’l menzil-tedbirü’l müdün kavramlarıyla “şehir” kavramını temel kıldığını da göstermekteydi.Ahlak, aile, beyt, medine kavramlarının hepsi “şehir” kavramına çıkmaktaydı. Böylece “İslam şehri” kavramına dayanarak düşünmem gerektiğini fark ettim. Ancak bu mekansal-fiziki bir yapı/bina/yol sistemi olmaktan öteyi temsil ediyordu. Yani “şehir” denildiğinde aslında “salih topluluk önderliğinde toplum” kurulmuş olmaktaydı. Nitekim Medine’de o dönem müşriklerin ve Yahudilerin nüfus toplamı 8500 kişi kadar iken, Ensar-Muhacir nüfus toplamı 1500 kişidir. İşte bütün bu toplum, Medine Vesikası ile Hz. Peygamber (sav)’e itaat etmeye başladı ki, benim “Şehir, fıkıh toplumudur.” dediğim olgu böyle zuhur etmiştir.

Evet hocam. Şehir Sünnettir  kitabınızda da “medine-medeniyet” kavramını hem “şehir” hem de “fıkıhla yaşayan toplumsallık” olarak tarif ediyorsunuz. “Fıkıhla yaşayan toplumsallık” ifadesini ve medine-medeniyet-şehir-fıkıh bağlamını Fikirname Dergisi okuyucularına anlatabilir misiniz?
Modern insan kentte yaşıyor ve kent-insan ilişkilerini hukukla sağlıyor. Hukuk, haklar demektir. Ancak hak düzlemi aynı zamanda “çatışma toplumu” anlamına da gelir. Batı’da önceden belirlenmiş, çatışması yapılmış bir tarih var. Bir kere Batı, sınıflı toplumdur. Örneğin Kilise, bir sınıftır. Batı’da kral-kraliçe aileleri vardır, bunlar da sınıftır. Yine Batı’da yüzlerce yıllık tarihe sahip soylular (toprak sahipleri) sınıfı vardır.

Batı’da hukuk, bu sınıfların haklarını garanti edecek şekilde tanzim edilmiştir. Oysa İslam, sınıfsız bir toplum sistemi getirir. Bunu da sağlayan fıkıhtır. Örneğin bizde “komşu hakkı”, “akrabaya yardım” gibi değerler var. Her ikisi de fıkıhtan gelen emirlerle bize yön verir.
Batı’da “sosyal devlet” kavramı vardır. Batı’da kentleştikçe akrabalık çözülür, birey öne çıkar. İslam toplumlarında şehirler aile-akraba-komşuluk fıkhı üzerinde bina olur. “Fıkıhla yaşayan toplumsallık” kavramlaştırmasını, şehir-toplum ilişkisini ima etmek için kullandım.

Hz. Peygamber (sav)’in, “Yemeği topluca yiyiniz, dağınık olmayınız, şüphesiz ki bereket topluca yemektedir.” buyurduğu rivayet edilir. Bu emri hayata geçirdiğinizde bir mekan ve sosyal hayat düzenlemesi yapmanız kaçınılmazdır. Yani karı-koca çalışan insanlar dahi eve dönmek, sofrayı kurmak ve “topluluk halde” yemek yemek zorundadır. Bizde, muhafazakar kesimde bu kültür (fıkıh) yıprandıkça evli olanlar bile, “ıssız insan” gibi yaşamaya başladılar. Günümüzde muhafazakarlar, komşularıyla hiç karşılaşmadan yaşayacağı güvenlikli sitelere taşınmayı tercih ediyor. “Medine”, insanların birbirinden mesul olduğu ve birbirine kefil olduğu bir toplumsal hayat getirmekteydi.

“Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya iyi davranın.” (Nisa, 36) ayeti vardır. İslam şehrine de baktığınızda aileden komşuya, komşudan akraba komşuya, akraba komşudan mahalleye, mahalleden şehre doğru bir silsile görürsünüz. Dolayısıyla fıkıh bize “Bu yakınlıkları koruyarak şehir kurun.” der. Medeniyet inşasını da bu yakınlıklarla ilişkilendirir. Bu toplumsallaşmayı hukukla sağlayamayız. Çünkü hukuk mesuliyetleri belirlemez.

Kenti Durduran Şehir kitabınızda “Kenti durdurmak istiyoruz.” diyorsunuz. Neden kenti durdurmak istiyoruz-istiyorsunuz? Kent kavramı ile bizim medine-şehir kavramımız arasında nasıl bir ayrım var ki kent kavramını reddediyoruz?
Bütün dünyada kentleşme süreci yaşanıyor ve kırsal alandaki nüfusun kentsel sahalara sürülmesi, küresel bir finans politikasına dönüştürülmesi hedefleniyor. Nüfusun kentlere sürülmesinin getireceği en büyük dönüşüm geleneklerin Batı kent formları karşısında silinmesidir. Gelenekler, modern-mega kent sistemleri karşısında dayanışmacı özlerini kaybediyorlar.

Eski gelenekte “ev yapan” kişi evinin temelini komşularıyla, imeceyle kazar, kurban keser, temele “bereket” olsun diye buğday atardı. Modernleşme ve kentleşme sürecinde kişilerin kendi evlerini inşa etmeleri imkanı kalmadı. Ev, artık “yukardan” yani mimar-müteahhit-belediye triosu sayılan “sermaye” tarafından planlanmış bir mamul oldu. Ayrıca, pahalılaştı ve ona sahip olmak için kredi çekmek kaçınılmaz hale geldi. Dolayısıyla bu süreçte insanlar ev satın almak için bankaya muhtaç kaldı. Bu da faiz demektir.
Geleneksel toplumda şehir ölümle hayatın değerlerini, sembollerini taşımaktaydı. Bugün modern kentleşme “ahireti ikaz eden” tüm sembolizmi yıkmıştır. Yahya Kemal’in “Biz ölülerimizle yaşarız.” dediği kültürden böyle kopuyoruz. Modern kent bugün seküler bir mekandır.

Şehir meselesinin günümüzde yeterince anlatılamadığını, ideal şehir mefkuresinin bütüncül olarak ortaya konulamadığını ve bundan daha acı olanıysa tatbik edilen fikrin kendi kültürümüzden ve medeniyetimizden uzaklaşarak sekülerizmin içine düştüğümüzü düşünmekteyim. Sizce şu an Türkiye’deki şehir yapılaşmasının ve anlayışının ülkemiz ve milletimize gelecek yıllarda ne gibi bir geri dönüşü olacaktır?
Türk milleti bu gidişatıyla kendi gerçekliğiyle yüzleşecek diye düşünüyorum. Bunu pek çok başlık altında ele alabiliriz.
Birincisi: Kentleşme, Anadolu’yu boşaltıyor. Oysa Yahya Kemal, bir coğrafyanın “vatan” olmasının üzerinde ikamet eden milletle gerçekleşeceğini söylemiştir. Düşünün ki İstanbul-İzmir-Ankara üçgeninde yaklaşık 40-50 milyon nüfus yaşıyor. Ankara’nın doğusu boşalıyor. Biz İstiklal Savaşı’nda Anadolu işgal edildiğinde yayılmış nüfusla düşmana mukavemet ettik. Almanya, II. Dünya Savaşı sonrasında bu tehlikeyi gördüğü için nüfusunu coğrafyasına yayarak yerleştirmeye yöneldi.
İkincisi: İstanbul’da resmi olarak 15 milyona yakın nüfus yaşıyor. Yunanistan’da ise 11,5 milyon nüfus görünüyor. İstanbul’un yüzölçümü, Yunanistan’ın yüzölçümünden yaklaşık 20-25 kat daha küçük. İstanbul’un nüfus yoğunluğu, şehirde yaşama kalitesini düşürüyor ve İstanbul’u konut fiyatları bakımından pahalılaştırıyor. Ayrıca kalabalık nüfus, kent içi güvenliği de tehdit ediyor. Denetlenemeyen bir nüfusta birey hareketlerinin hangi suça yöneleceği kestirilemez.

Üçüncüsü: Türkiye, önümüzdeki 5 yıl içinde kendiliğinden yıkılacak binalarla muhatap olacak. Yetkililer 6,5 milyon binanın acilen yıkılıp yeniden yapılması gerektiğini ifade ettiler. Türkiye, 1980’lerde yaptığı binaların “beton ömrü”nün sonuna gelmek üzere. Ayrıca deprem riski giderek büyüyor. Dolayısıyla büyük kent sisteminin gözden geçirilmesi gerekir.
Dördüncüsü: Türkiye, milyonluk konutlarında yalnız ölecek yaşlılarla da muhatap olacak. Bu olguyla 15 yıl içinde karşılaşacağız. Gökdelen-konut sisteminde ekmek almak için dahi arabaya muhtaçsınız. Yaşlılar çok yakın gelecekte, gökdelen-konut modeli yüzünden ihtiyaçlarını tedarik edemeyecek.
Beşincisi: Batı’da nüfusun tamamı kentlileştirilmiyor. Yaklaşık %20 kadar nüfus tarım ve hayvancılıkta tutuluyor. Böylece kadim mesleki bilgiler korunuyor, tohum zenginliği muhafaza ediliyor. Kentleşme bizde bu tür bir nüfusu tasfiye etmiştir.
Sizce “İslam şehri” yani bize ait ideal şehir nasıl olmalıdır?
İslam şehri, Osmanlı’da “Cuma kılınır, Pazar kurulur.” şeklinde tanımlanmıştı. Allah Resulü, Medine’ye hicret ettiğinde ilk olarak mescidi ve pazarı inşa etmişti. Yani model, Hz. Peygamber’in “Medine sünneti”nden gelmiştir. İslam’da bu model “külliye” sistemini de kaçınılmaz kılmakta, yani mekanı belirlemekteydi.
Hz. Peygamber’in mescidi aynı zamanda “mahkeme” işlevi görmekteydi. Bu mescitte ashab-ı suffa denilen bir eğitim mekanı da tesis edilmişti. Yani mescitte akademi vardı. Külliye sistemi Osmanlı’da aşevi, hamam, hastane, kütüphane gibi eklemelerle genişletilmiştir. Şehir, Pazar/Selatin Cami etrafında halkalanıyordu. Osmanlı’da üretim dışı kadro %10’luk bir nüfusa sahipti ve işsiz insan yoktu.
Pazarların mülkü vakıflara aitti. Kira toplayıcı bir özel sektör bulunmuyordu. Şehir yöneticileri, imarla ve iktisadî adaletin toplumun bütün kesimlerine dağıtılmasıyla vazifeli idi. İslam şehri, zekat verecek müteşebbislerin artmasını sağlayacak şekilde yapılanmıştır. Bu nedenle İslam filozofları, pazara mal sürecek müteşebbislerin önündeki engellerin azaltılmasını; stokçuluk, tekelcilik, rantçılık, faiz, tartıda hile, müşteriyi aldatma gibi piyasayı daraltan eylemcileri de engelleyen tedbirlere yönelmiştir.
Modern kentte bu denge kurulamıyor. Örneğin; Türkiye’de 25 milyon öğrenci var. Bu nüfusun üçte biri demek. Üç milyonu aşkın bir işsiz kesim var. Ayrıca genç nüfus, sürekli öğrenci olduğundan evlenemiyor. İslam şehir teorisi “aile” temelinde yükseliyor. Modern kent ise bekarlaştırdığı insanlardan güç kazanıyor. Çünkü altı kişilik aile tek buzdolabı ile yetinebilir. Eğer bu aile kentleşme sürecine sokularak dağıtılırsa kapitalizm onlara altı buzdolabı satabilecektir. Görüldüğü gibi “şehir pazarı” hürriyet getirirken, “kent pazarı” tüketim köleliğine yol açmaktadır.
Davetimize icabetiniz ve samimi muhabbetiniz için çok teşekkür ederiz.
Ben de görüşlerimi ifade etmeme fırsat verdiğiniz için teşekkür ederim.