Kapitalizm, insanoğlunu içinden çıkılması zor birtakım durumlarla karşı karşıya bırakıyor. Yıllar önce yalnızca kaynakların sömürülmesini ihtiva eden bu kavram, maalesef artık inançların, değerlerin, ahlakın ayaklar altına alınmasını da kapsayan geniş çerçeveli bir durumu tanımlamakta kullanılıyor. Kuşkusuz kitle iletişim araçlarındaki baş döndürücü gelişmeler, yeni vaziyetin en önemli sebeplerinden biri.
Yüz yıl kadar önce ortaya çıkan matbu gazeteler, sadece bilgi alma ihtiyacımızı karşılıyor, güncel politikaya ve topluma dair mevzulara ilişkin kitleleri aydınlatma vazifesini icra ediyordu. Zaman ilerledikçe kamuoyu oluşturmak, toplumları bir düşünce ekseni etrafında birleştirmek gibi gayelere yönelik yayımlanmaya başlandı ve en sonunda da medya patronlarının siyaseti dizayn etme aracı haline geldi.
90’lı yıllarda yoğun bir şekilde tanıştığımız ve bağımlısı olduğumuz televizyonlar da bu süreci hızlandırdı. Televizyon izledikçe, inancımız, değerlerimiz ve ahlakımız bize “sunulan” şekle büründü. İletişim bilimci Marshall Mcluhan “Medya, çevreyi değiştirerek üzerimizde eşsiz bir algı kapasitesi gücü bırakır. Herhangi bir duyunun uzantısı düşünce ve davranış şeklimizi, bir başka deyişle evreni algılama şeklimizi değiştirir. Bu algı kapasitesi değiştiğinde insanlar da değişir.” diyerek bunu kastediyordu.
İki farklı dünya iki farklı yüz
Televizyon çağının çocukları olan bizler, 2000’lerden sonra -doğru veya yanlış- bilgiye hızlı bir şekilde ulaşabileceğimiz internetle tanışmıştık. Gündelik yaşantıyı büyük ölçüde kolaylaştıran bu teknoloji, aynı zamanda fark ettirmeden bizi gerçek üstü bir hayata adapte ediyor. İnterneti kullanırken, renkli ekranlar karşısında maruz kaldığımız erozyonun belki de yüz kat fazlasıyla muhatap oluyoruz. Bir zamanlar işittiğimizde tüylerimizi ürperten hadiseleri artık kanıksar hale geldik.
Ahlak kavramı sanal alemde yer ile yeksan oldu. Üstelik bizi durduracak bir güç de yok. Sonra sosyal medya icat olundu. Telefon teknolojisinin ilerlemesiyle doğru orantılı olarak yayılan dijital bağımlılık, beğenilme içgüdümüzün de harekete geçmesiyle mahremiyetimiz başta olmak üzere sahip olduğumuz pek çok şeyi elimizden söküp aldı. Yalan, iftira, dedikodu gibi her türlü kirli eylemin pervasızca ve hesapsızca yapılabildiği sosyal medya, açıkça ifade etmek gerekirse insanlığımızın dibini dinamitliyor.
Sokakta karşılaşsak tanımayacağımız kişilerle inşa ettiğimiz hayalî dostluklar, başta ailemiz olmak üzere bizi yakın çevremizden koparıyor. Herkese her şeyi söyleyebilmenin rahatlığı, saygı gibi mefhumların belleklerden silinmesine sebep oluyor. Sahte hesaplarla yaptığımız -popüler ifadeyle söyleyecek olursak- klavye kahramanlığı ile Türkiye’yi kurtarıyor, hoşlanmadığımız kişilere olmayacak sözlerle iftira atıp hakaret ediyoruz. Ardından yüzümüzdeki maskeyi çıkarıp, hiçbir şey olmamış gibi gündelik işlerimize devam ediyoruz. Adeta zaman içerisinde başka bir zamanı yaşıyor, ikiyüzlü bir şekilde başka serüvenin aktörü haline geliyoruz.
Lewis Carroll’un 1865’te basılan Alice Harikalar Diyarında kitabını muhtemelen pek çoğumuz okumuştur. Ablasıyla beraber gölün kenarında uzanıp konuşurlarken, saati ve konuşma yeteneği olan bir tavşanın Alice’in dikkatini çekmesiyle başlayan macerada, düştüğü derin kuyuda karşısına çıkan cam sehpa ve bir kapı ile tanıştığı, peşinden türlü ilginçliklerin yaşandığı yepyeni bir hikaye anlatılıyor.
Kendi kuralları, kendi dinamikleri olan ve hayvanların yaşadığı bu atmosfer, Alice için oldukça enteresan olaylara sahne oluyor. Masalın sonunda tüm olan bitenin aslında bir rüya olduğunu anlıyoruz. İşte zihnimizde tasarladıklarımızı yaşadığımız bu alanda bizi bekleyen, tam olarak böyle bir şey. Bilgisayar yahut telefon başında bambaşka bir hayat yaşıyor, dostluklar kuruyor, başka dünyanın kurallarıyla hareket ediyor, sonra gerçekle yüzleştiğimizde rüyadan uyanmış gibi hissediyoruz kendimizi. Tek farkı, onun değerlerinin ve ahlakının olmaması…
Faydası olmayacaksa zarar vermesin
Peki, içerisinde bulunduğumuz çağı kasıp kavuran bu yeni iletişim aracını görmezden gelebilir miyiz? Şayet bu mümkün değilse, bize dayatılmaya çalışılan ahlak(sızlık)a teslim olmak zorunda mıyız? Hiç şüphe yok ki, internet savaşlarının yaşandığı, istihbarat örgütlerinin sanal mecraları bilgi kaynağı olarak kullandığı, büyük devletlerin siber ordular kurduğu bir dönemde, onu yok saymak ondan bigane kalmak mümkün değil. Devletlerin bu sürece dahil olmaması zaten düşünülemez. Bireylerin de, adına sosyal medya dediğimiz ve insanı asosyal hale getiren yeni iletişim araçlarını kullanırken, kendilerini muhafaza etmeleri ve kendi koydukları temel ilkeler çerçevesinde ünsiyet kurmaları gerekiyor.
Fotoğraflarımızı görmesinden hoşlanmayacağımız kişilerin ulaşamayacağı şekilde paylaşımlar yapmalı, kişisel bilgilerimizi herkesten muhafaza etmeli, hiç tanışmadığımız kişilerle konuşmamalı ve ucu bucağı olmayan bu dehlizde, bize ve topluma yarar sağlayacak şekilde gezmeliyiz. “İnsanlar gerekli olana yetişemedikleri için, yararsız olana heveslenirler.” der Goethe. Faydalı olmayacaksa, hiç olmazsa zarar vermesine müsaade etmemeliyiz. En başta kendimize tabi…