Muhakkak ki Allah Teala adaleti, iyiliği ve akrabalara –muhtaç oldukları şeyleri- vermeyi emrediyor ve fuhşiyattan, münkerden, hukuka tecavüzden nehyediyor. Düşünüp tutasınız diye size emir veriyor.” Ahlakların en güzeli şüphesiz Kuran Ahlakı’dır. Bizlerin –bu ahlakın temel taşları olan- yüce Allah’ın emirleri üzerine çokça düşünmesi gerekir. Bu gereklilik doğrultusunda, yazının başında mealen aktardığım Nahl Suresi 90. ayette bize açıkça emrolunan adaletin durağında biraz soluklanalım. Adaletin ne olduğuna ve taşıdığı ehemmiyete; bir biçimde zihin haznemize eklenmiş çeşitli söz, fikir, anlatı, kutsal değerler vesaire aracılığıyla –aklımız nispetinde- vakıfız ve yine bu nispette adaleti yaşamamız, yaşatmamız gerektiğini kavradık diyelim; davranış içeren her değerin bir ahlakı vardır, peki nedir adaletin ahlakı?
Adaletin ahlakı direnmektir
Her şeyden önce adaletin ahlakı, adalet bilincinde direnmektir. Nitekim adalet, mülkün ve insanlığın temelidir. Adalet bilincine sahip olmayan herhangi bir insandan sürekli bir fayda beklenemez. Çinli filozof Konfüçyüs (M.Ö. 551 – M.Ö. 479) bu hususa şöyle değinir: “Eğitimli insanlar öncelikle adalete değer verir. Eğitimli insanlar adalet olmadan cesaret sahibi olunca asi olurlar. Küçük insanlar adalet olmadan cesaret sahibi olunca haydut olurlar.” Bu sözün –her iki kesim için de- geçerliliğini koruduğuna şahit olmaktayız. Zira çağımız, eğitimli asilerin ve bildiğimiz anlamda bir silah kuşanmamış haydutların çokça bulunduğu bir çağdır. Adaletin ahlakı, adaleti ayakta tutmak için direnmektir. Çıkar gözetmeksizin, ayrım yapmaksızın… Herhangi bir topluluğu yahut müesseseyi ayakta tutan elzem etkenin adalet olduğu göz önüne alındığında adaleti ayakta tutmanın önemi daha iyi kavranacaktır. Bu konudaki ilahi emir de Nisa Suresi 135. ayette açık olarak belirtilmiştir: “Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. (Onları sizden çok kayırır.) Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken gerçeği) çarpıtırsanız veya (şahitlikten) çekinirseniz (bilin ki) şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” Bunlara ek olarak adaletin temininde her an direnmek yani adaleti geciktirmemek de adaletin ahlakındandır. Osmanlı Devleti’nin ikinci hükümdarı Orhan Gazi’nin (1281 – 1362?) de dediği gibi: “Adaletin en kötüsü geç tecelli edenidir. Sonunda hüküm isabetli olsa da geciken adalet zulümdür.” Adaletin zulümle tecelli etmemesi için temininde her an direnilmelidir.
Adaletin ahlakı vazgeçmektir
Burada vazgeçilmesi şart olan konuların tespiti pek de zor değildir. Adil bir hükmün önüne geçebilecek şahsi menfaatler, muhtelif emeller, aidiyet hissedilen değerler ve benzeri her türlü faktörden hüküm verilirken vazgeçmektir. Esasen bu faktörlerin hükmü etkilemesi adaletle çelişir ve adalet dışı bir davranıştır. Yani kısaca adaletin ahlakı, “Kendinden vazgeçmektir.” diyebiliriz.
Adaletin ahlakı şehadet etmektir
Bu kısım oldukça önemlidir. Zira adaletin temel gerekliliği ve ehemmiyeti insanların her an doğru hükümler verememesidir. Hal böyle olunca kişi kendi kararına değil, adaletin kararına tabi olmalıdır. Kendi kendine hüküm vermek yerine adaletin hükmüne şahit olmalıdır. Kanuni Sultan Süleyman’ın (1494 – 1566) “Kılıcın yapamadığını adalet yapar.” sözü de bu noktaya işaret etmektedir. Kılıç da kılıcı savuran da adaletin sınırına geldiğinde beyhude çabalarla faydasız neticelere hüküm vermektense doğru hükmü verebilecek tek otorite olan adalete şahit olmalıdır. Mevzubahis şahitliğin bir önemi de şudur ki: “Adalet, müdahale kabul etmez.” Kendi kararımıza değil de adaletin kararına tabi olmanın yanı sıra adalete etkide bulunmamak da şahit olmanın gereğidir. Yazının önceki kısımlarında adaletin bilincinde, kıyamında, temininde direnilmesi ve benlikten feragat edilmesi lüzumuna değindim. Bunlar dahi gösteriyor ki kişinin çabası adaletin teminine kadardır. Teminin ardından kişiye düşen, adaleti kendi görüş ve kararlarından sıyırıp adaletin salt otoritesini kabul etmek, bu otoriteye yalnızca şahit olmaktır.
Abdulhamit Tokgöz