Cehaletin bittiği yerde ahiret başlar. Bu dünyada ahiret yaşandığında, cennet başlar! … Cenneti kazanmak için bu dünyaya geldik. Eğer dünya hayatında cehaletten ve gafletten kurtulur, hakikate ulaşabilirsek, hakiki cenneti yaşamış oluruz… Müminlerin maksadı, insanların bu dünyaya, ahirete dönüş için geldikleri şuuruna ermektir. Sırat köprüsü dünyadır. Yusuf aleyhisselamın kuyusu, dünyadadır. Kalpteki imanın nuru içimizdeki cehennem ateşini söndürdüğünde, sırat köprüsünden geçtiğimizde, kuyudan kurtulduğumuzda, bu dünyada cenneti yaşarız. Cennete girebilmek için de bir vize lazım. Vizeyi alabilmek için kul olmak lazım. Kul olmak için Allah’a Teala aşık olmak lazım. Kul olmadan kurbiyet, yani Allah’a yakınlık cennetine ulaşılmaz. Kurbiyet cenneti yaşanmadan, kulluk bilinmez. Kurbiyet cennetine ulaşmak için Allah Teâlâ’yı ve Muhammed Mustafa sallallâhu aleyhi vesellemi tanımak gerekir. Tanımak için aşık olmalıyız. Allah’ın, Habibi’ne olan muhabbetinde eriyerek kaybolmalıyız… Hz. İsa aleyhisselam demiş ki; “Cennet kapısını çal, açacaklar.” Hz. Muhammed Mustafa (sav) demiş ki; “Açlık kapısını çal (ihtiyaç kapısı).” Efendimizin bu öğüdü, İslam dininin temelini temsil ediyor. Talebe olmadan, istemeden, Allah’a ihtiyaç duymadan, hiç bir yere varamayız, hiç bir şey elde edemeyiz. Ancak ihtiyaç gözü, nihaî hakikati görebilir.
Cenneti değil Dünya’yı isteyenler var
Hakiki cennet, bu dünyada ahireti kazandığımız zamanki cennettir. Cenneti kazanmak nedir? Ebedî hayatı ve ölümsüzlüğü kazanmaktır. Hz. Bilal radıyallâhu anhu, bize bu konuda muazzam bir örnek olmuştur. Bilindiği üzere, dayanılmaz işkencelere maruz kaldıktan sonra, özgürlüğe kavuştu. İşte o zaman şöyle haykırdı; “Ben bir şey vermedim ama Allah bana herşeyi verdi; bana ölümsüzlüğü verdi!” Cenneti kazanmak için Hz. Bilal’in (ra) ayak izlerini takip etmeye çalışan kazanır. Cenneti, Hz. Hacer aleyhisselamın ayak izlerini takip etmeye çalışan kazanır. Cennet sadece dualar ile istenmez; cennet kazanılır. Cenneti kazanmaya çalısırsak cennet bize gelir. Şems-i Tebrizi şöyle buyurmaktadır; “Çilesinden yüz çevirmedim. Cefasına boyun eğmedim, senden gelenin ey aşk! Dilimde ne cennet var ne nihnet; seyrimde ne vuslat var ne hasret. Ben cennete yürümüyorum, cennet bana koşuyor.” Bu dünyada kişi eğer ahireti seçerse, eğer ahiret tohumlarını dünyada atarsa, eğer mirâca çıkmak isterse, ahiret ona gelecektir. Ölüm, dünya hayatımızda bize ne kadar yakın ise cehennem ve cennet de öyledir. Dr. Halûk Nurbaki de şöyle demektedir; “Cennet uzak bir galaksi falan değil. Cennet ayrı bir boyut olduğu için Efendimiz’in tanımıyla, Efendimiz’in Hane-i Saadetleri’nin hemen yanında, bir metre mesafede, intikâl noktası var.” Müminlerin büyük bir kısmı, sahte cenneti arzuluyorlar. Çünkü cennetten daha güzel bir gelin yoktur. Müminler cennete talip olduğunda, Allah’tan kendilerini cehennemden azat edip cennete sokmasını niyaz ettiklerinde, aslında bir dünya cenneti, dünyevi algılarıyla şekillendirdikleri bir şehvet cennetine talip oluyorlar, yani, Allah’tan dünyayı istiyorlar. Gaflet, cehalet ve şuursuzluk karanlığımızdan uyandığımızda ve göremediğimizi gördüğümüzde, ilâhî merhamet sarayının kapıları açılır ve Allah’ın ilâhî nimet, ihsan ve lütuflarına nail oluruz.
Peki, Cennet nerede?
Cennet yukarıda bulunmaz; yüksek bir manevi âlemde bulunmaz. Cennet toprakta, iniş de yükseklerde bulunur. İslam dinindeki irfan, ebedi hayatta sunulan lütufların ve ilahi ahengin, günlük hayattaki mücadeleler yoluyla kazanılmasıdır. Bu bakımdan, Efendimiz (s.a.v.) dünyadaki varlığımızın nurlanmasını temsil eder. Sevgili Efendimiz o asil karakteriyle, nasıl mükemmel bir öğretmen, baba, danışman, savaşçı, eş ve çalışan olunacağını gösterdi. Bu dünya, ahiretin meyvelerini dikmenin yeridir. Ebediyet meyvesi ve ilahî ahenk, bu dünya sahnesinde kazanılır, günlük hayatımızdaki mücadelelerimizle elde edilir.Adem aleyhisselamın düşüşündeki hikmet; dünyadaki cenneti bulmak üzere, cennetten kovulmuş olmasıdır. Yani; dünyaya iki sebepten indi; bir, cenneti kazanmak, ikincisi de aşkın Adem’i olmak. Cennetten, cemâlden, vahdetten, melekî varlıklardan ve hayranlıktan uzaklaşıp kalp sancıları, arama ateşi ve aşk sıcaklığı dünyasına girdi. Hz. Adem’i takip etmek şarttır; çünkü O’nun yolu iyileşme yoludur, O’nun yolu şifa yoludur. O’nun gibi varlık çölünde kızgın kumlarda, kalbinde aşk ve arayış ateşiyle, gözlerinde sel gibi akan yaşlar ile yalın ayak yürütür. O pişmanlık gözyaşlarıyla Cenab-ı Allah’ın muhabbetini, mağfiretini ve rızasını aramıştır.
Cennete ne zaman kavuşuruz?
“Ümmet-i Muhammed” bizim kim olduğumuzu, hangi bütünün parçası olduğumuzu gösteriyor. Ümmet-i Muhammed, benim inanan kimliğime, Allah’ın Habibi’nin Muhammed Mustafa (s.a.v.) aşkının peşinden gidişime hitap ediyor. Mutluluğun zirve noktası, bütünün bir parçası gibi hissetmektir. Bu dünya üzerindeki cennet budur. Gözyaşlarımız cehennem ateşini söndürdüğü zaman, cennete kavuşuruz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) yolunun, toprağının tozu olunca cennete kavuşuruz. Kendi nefislerine kul olmamış kimseler cennete kavuşur. İçimizdeki menfi makam, mevki, şöhret, aile, çocuk, arkadaş sevdasından kurtulduğumuz zaman, cennete kavuşuruz. Kendi zulümümüzden kurtulduğumuz zaman, cennete kavuşuruz. Ruhumuza olan özlemi takip ettiğimizde, cennete kavuşuruz. Bu dünyada, cehennem hapishanesinde mutlu olmaktan vazgeçtiğimiz zaman, cennete kavuşuruz. Sorunumuz şudur: Kelime-i Şehâdet’i sadece dille söylemek yetmez. Aşk, fiiliyat ister. En büyük eksikliklerimizden birisi; yaklaşmak ve yükselmek derdinde değiliz. Hakikat peşine düşmek derdinde değiliz. Araştırma iştiyakı duymuyoruz. Hz. Mevlana’nın babası Bahauddin Veled Hazretleri, “Arayış lezzeti olmazsaydı ben ölürdüm!” diye haykırmıştır. İlahi bir arzu, özlem, muhabbet, hayranlık duymadıkça; hayâ, fakr, ihtiyaç ve aşk dolu bir teslimiyet duymadıkça; iyileşmek ve şifa bulmak için, huzur bulmak için mücadele etmeden, bir vuslatın hasretini duymadıkça; hakiki mümin olamayız ve kurbiyet cennetine erişemeyiz. Samimiyet kapısının önünde dilenci olmazsak, güzelliğe doğru adım atmasak, “öz”e doğru gitmeye niyet etmezsek mü – kafatlandırılmayız. Peygamber Efendimizin sallallâhu aleyhi vesellemin ayağındaki tozun bir parçası olabilmek için gayret etmeye mecburuz. O canlı Kuran idi. O’nu anlamak, sadece zahirini taklitle değil, öğretilerindeki hikmetleri anlamaya çalışmak ve derunî hallerine de bürünmeye gayretle olur.
Dikkat! Din sadece bilmek değil
Dini terbiye altında girmeden, İslam dini anlaşılır mı, yaşanır mı? Din’e sadece malumat gözüyle bakıyoruz. Nefis ter – biyesi almaktan kaçınıyoruz. Aşka düşmüşüz gibi davranıyoruz, ancak yüzlerce mazeretle, büyük şevk ile menfaat işleri peşinde koşmaktan hiç vazgeçmiyoruz. “Kalbim temizdir!” diyenler var. Bu ifade gafletin kendisi – dir. Umreye git, Kabe etrafında dön, Say’da koş, cennet bahçesinde iki rakat namaz kıl vs. Teslimiyeti anlamadıkça neye yarar ki… Biz, dolu eller ile dua ediyoruz ancak kalbimiz boşlukta. Hz. Hacer (a.s.) boş eller ile dua etti, ancak onun kalbi muhabbet ile doluydu. Umre ve Hac, gönle eğitim vermek içindir, anlamadıkça boş dönmekteyiz. Gerçek ibadet, nur üstüne nur saçar. Gaflet ve dalalet ise nefsin ve şeytanın etki alanına aittir ve karanlık üstüne karanlık yağdırır. İnsanlar, ilahî saadetin semalarında uçabilecekken, sanki ölü gibi etrafta geziniyorlar. Cennetin saadet anahtarları ellerine verilmişken, acı çek – meyi tercih ediyorlar. Bu dün – ya hayatında, cennete layık bir mertebeye yükselebilme fırsatı onlara verilmişken, sıkıntı için – de çökmeyi tercih ediyorlar. Problem kafalarının kalınlığın – da, kalplerinin kasavetindedir. En büyük hazinemiz saf tevazu ve mahviyetken, insanların en önem verdikleri şey nefisleri ve hevesleri olmuş. Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretleri, gafil insanın durumunu şöyle yorumluyor: “Allah’tan kaçtınız ama yemekten kaçmadınız. Dinden kaçtınız ama putlardan kaçmadınız. Ey bu denî dünyasız yapama – yanlar! Onu bir halı gibi seren Zât’tan ayrı nasıl yapabiliyorsunuz? Ey lüks ve konforsuz yaşayamayanlar! Kerîm olan Rabbimizden ayrı kalmaya nasıl dayanıyorsunuz?”