Divan edebiyatı ile ilk nerede tanıştınız ve bu ilişki öğrencilik yıllarınızda nasıl devam etti?
İlkokulda her vesile ile bana şiir okuturdu hocam. Böylelikle şiir okumak ve ezberlemek bir alışkanlık, bir zevk olarak bende yerleşti. Sonra büyüklerimden mısralar, beyitler işitmeye başladım. Biz 1961 doğumluyuz. O yıllarda klasik kültürümüzün son habercilerinden bir miktar behredar olmuş, nasip almış kimseler görme fırsatımız oldu. Bir örnek; babam arzuhalciydi ve yazdığı dilekçeye para ödemeyeceği anlaşılan müşterisine sitem için bir beyit okudu. Ben 10-11 yaşlarındaydım ve duydum. Diyordu ki;
“Bende yok sabr-ı sükun sende vefadan zerre / İki yoktan ne çıkar fikr edelim bir kere.” Dondum kaldım. “Baba sen ne diyorsun?” dedim. “Şiir” dedi. “Kimin?” dedim. “Nabi’nin” dedi. Nabi’nin adını duyuyorum. Dikkat buyurun 11 yaşındayım. “Kim o?” dedim. “Urfalı şair” dedi. Beytin manasını sordum, öğrendim. Sende vefa yok, diyor müşterisine babam. Bende de sabır yok. Gel hesap edelim iki yoktan ne çıkar. Klasik edebiyatımızda “yok” manasına gelen, dilimize Farsçadan girmiş iki kelime “NA” ile “Bİ” ikisi yan yana gelince şairin imzası ortaya çıkıyor; NABİ. Oradaki nükte ve incelik de dikkatimi çekti. Böylece klasik edebiyatımızın kapısını aralamış oldum. Bu hal de her fırsatta, her bahane ile devam etti.
Günümüzde tarihe olan ilginin de etkisi ile tarihteki edebiyata olan ilgi de arttı. Sizce bu Divan Edebiyatı’na olan özlemden mi kaynaklanmaktadır?
Günümüzdeki şiir ile Divan Edebiyatı yakınlaştırılabilir mi? Valla ben böyle teorik düşünceleri falan bilmem. Büyük laf da bilmem. Benim bildiğim şu; Nabi gibi şair yetiştirmişsin. Baki gibi, Şeyh Galip gibi, Fuzuli gibi, Naili gibi… Hatta hatta bu edebiyatın son temsilcileri olan 20. yüzyılda yaşamış niceleri var: Şeref Güzelyazıcı, Veysel Öksüz, Muhiddin Raif Yengin, Tahirü’l Mevlevî… Harika eserler vermişler. Yani onları okuyup istifade etmek, oradaki güzelliği fark etmek benim yaptığım, gösterdiğim, gençlere de tavsiye ettiğim alan. Bu günümüz edebiyatına yaklaştırılabilir mi? Yaklaştırılmalı mı? Hiçbir fikrim yok. Bilmem yani. Sen Baki merhumu tanı da, şiirini oku da neyi neye yaklaştırırsan yaklaştır veya yaklaştırma ama böyle bir ustadan habersiz olma, derim ben. Ben güzel şiiri okumayı severim. Yani illa aruzlu olması, Divan Edebiyatı dediğimiz kategoriye girmesi de gerekmez. Yani güzel söz, hikmetli söz nerede varsa makbulümüzdür ama orada (Divan Edebiyatı’nda) daha yoğun ve doyurucu. Benim bu meşguliyetten iki menfaatim var. Şiirimiz ya hikemidir ya aşıkane yani ya hakimane ya âşıkane. Hakimane cihetiyle aklı terbiye eder, aşıkane cihetiyle kalbi besler. İnsanın ikisine de ihtiyacı vardır.Nitekim insanın açlığı üçtür; midesi acıktığı gibi kafası da gönlü de acıkır ve hepsinin gıdası ayrıdır. Midenin açlığına ekmek ve çorbayla; kafa açlığı bilgiyle, sahih düşünceyle; gönül açlığı da aşkla, zikirle, muhabbetle, iman ile doyar. İşte şiirimiz bunları sağladığı için, buna kapı araladığı için Şeyh Galip gibi bir ustadan bahsediyorum. Yani günümüzde ona benzer yazılır mı, yazılmaz mı? Bana ne, isteyen yazsın, onunla ilgilenmem bile. Teorisini sevmiyorum bu işin velhasıl. Okullarda da bize hep teorisi okutulduğundan kimse bir lezzet almadan çıktı. Ben açıkmışım önüme bir çorba servis et kardeşim. Öyle yapmıyor, mutfakta gezdiriyor. Nasıl yapıldığını gösteriyor. Şiirin tekniği bana hiç de lazım değil, kimseye böyle bir tavsiyem de yok. Şiir böyle bir realite olarak karşımızda duruyor. Altı yüz küsur yıllık Osmanlı medeniyetinde biz binlerce divan tertip ettik. Muazzam bir külliyatın mirasçısıyız. Beş bin beş yüzü şöyle böyle bilinir. Bilinmeyenlerle beraber en az on bin divanımız var. On bin şair yetiştirmişsin sen, divan şairi. Dönüp bir bak bu senin hazinen, senin birikimin. Hangi tarzdı, halk şiiri miydi, tekke şiiri miydi, divan şiiri miydi? Geç bunları. Bu kategorizasyonlar, bunlar hastalık şeyler. Kategorize etme beni, sayma beni. İnsana ait olan şeylerin rakamla ifadesi o kadar kolay değil. Lazım da değil, doğru da değil. İnsan bir muamma, kıymetli, Allah’ın en çok kıymet verdiği mahluk ve onun bir yönü sanat, şiir faaliyeti ve böyle eser karşımdayken dikiliyor; bu söz nereye girer? Nereye girerse girer, güzel bir söz işte, bunu al bir zahmet. Senin ustalarını; Nabi gibi, Naili gibi şairleri görünce dünyaya övündükleri filozof Nietzsche’nin aklı başından gitti. “Şair olamayacağımı anladım, mecburen filozof oldum.” İkrarında bulundu. Sen bunun mirasçısısın. Kategorizasyonlar yolu kesiyor, zevki kırıyor, şevki kırıyor, endişelendiriyor. Hiç gerek yok. Söz güzel. Bunu anlamak varken, bu estetiği, bu zevki görmek, yaşamak varken birtakım gereksiz teorik bilgilere boğulmaktan men ederim.
Yıllardır Osmanlı’nın savaşlarını konuştuk. Sultanların nutuklarını konuştuk. Mimariyi konuştuk ama Divan Edebiyatı bugüne kadar hep suskun kaldı gibi. Belki buna telaffuzu ve mananın zor anlaşılması neden oldu. Şimdi Osmanlı’nın şiir sarayının kapısını araladık gibi. Bu kafiye sarayında bizi daha neler bekliyor?
Konuşuyoruz ya… Hiçbir şey zor değil. Mercimek çorbasını yapmak kolay mı? Gayet zordur. Yemek ondan da zordur. Zor, kolay bildiğim şeyler değil. Güzel, bu güzeldir. Karşılaştığım zaman mahşerde Fatih merhuma soracağım. Diyeceğim ki; “Sultanım, karadan gemileri yürüttün, 21 yaşındaydın, 6 yabancı dil öğrenen bir entelektüel olarak tarih sahnesine çıktın. 49 yıl yaşadın dünyada. Yaptıklarını biz 6 asır boyunca anlayamadık bile. Hepsini anlarım da o kadar meşguliyet, o kadar stres altında -sevmediğin bir kelime kullanıyorum- zor şartlarda bir de şiir yazdın ya işte bunu anlamam zor. Sen ne yedin de böyle oldun abi?” Diye soracağım. Fethi anlamak bir derece mümkün olabilir, bir şekilde izahı vardır ama üç lira beş lira borcu var diye sabaha kadar uyku tutmayan günümüz insanı veya ufacık bir derdi var diye dertlere gark olmuş çaresiz günümüz insanına sormak lazım; böyle yoğun bir meşguliyet ve tehdit altında Osmanlı gibi bir devleti yönetirken hangi asude zaman ve mekanda bu şiirler kaleme alındı? Bu nasıl bir dinginliktir ve nasıl bir metanettir? Buna dikkat çekmek isterim. Yâr içün agyâr ile merdâne ceng itsem gerek, İt gibi murdar rakîb ölmezse yâr elden gider. Anayasa maddesi gibi beyittir ve diyor ki merhum Fatih okuduğum şu beyitte; “Yar için, sevgilim için gayrılarla, düşmanlarla mertçe mücadele etmek namus borcudur benim için. Zira Allah saklasın it gibi murdar rakip ölmezse Yar elden gider.” Rakibe düşmanlık etmeden Yar’e kavuşmak olmaz. İşte bu kalp terbiyesi, nefis terbiyesi “Has” adı ile tasavvuf dediğimiz disiplinin temel bir kaidesini bize verir. O da şudur: “Teberri olmadan tevelli olmaz.” Günümüz Türkçesiyle; “Kötüye sırt çevirmeden iyiye kavuşamazsın.” Olumsuzluklara savaş açacaksın ki nefse, şeytana, dünyaya ve kötü arkadaşa savaş açacaksın, mertçe bu savaşı yürüteceksin ki Yar’e kavuşabilesin. Hem dünya, hem ahiret; hem o, hem bu olmaz. İkircikli olmaz. Gönül birdir, yar da bir olmalı. Hiçbir tahtta iki sultan oturmaz. İşte Sultan Fatih’in şair yönünden aldığımız dersler.
Biz gençler olarak Divan Edebiyatı’nı seviyoruz, okurken ses ahengi dahi yeter ama bir de “anlama” kısmı var. Divan şiirlerini anlama sürecini nasıl hızlandırabiliriz?Anatomi kitabı okuyabildiğinizde anlayabiliyor musunuz?
Zamana ve ilme ihtiyacımız var. Ben de anlayamıyorum. Zaman ister, gayret ister.
Farsça, Arapça öğrenmemiz gerekir mi?
Çok iyi olur. Ama klasik Türkçeyi öğrenmek bu iş için yeterli. Çünkü onlar Türkçe. Farsça’dan gelen kelimeler var elbet, Arapça’dan gelen kelimeler var ama Türkçe neticede. Kütüphane hangi dilde? Türkçe. Türklerden başka bunu bilen yok. Ne Arap anlar kütüphane dediğinde, ne Fars anlar. İranlıya kütüphane desen anlamazlar yani. Ama kütüphane kelimesi bileşik kelimedir. Birinci kelime ‘’kütüp’’ Arapça, kitabın çoğulu; ikinci kelime ‘’hane’’ ev, mekan, yer manasına gelen Farsça bir kelimedir. Kütüphane Türkçe. Yani Türkçe’den kastım benim bu. Türkçe bu. Benim adım Hayati, Arapça ‘’hayy’’ kökünden geliyor. Ne yapalım, yani Arapça mı benim adım, benim adım Türkçe. Birisi bunu ukalalık yapar da yaşamsal falan derse ben o adamı döverim, hakaret yani böyle şey mi olur.Fatih merhumun fethettiği İstanbul benimdir diyebilmen için ve bu sözün hakikaten ağzına yakışması için aynı adamın bıraktığı divanı da okuyabiliyor olmalısın. İstanbul’u fethetti, bir de divan bıraktı. Sen Fatih’in dilinden bu kadar uzak olursan ne kadar İstanbulluyum diyebilirsin, İstanbul ne kadar senin olur, tartışmalıdır… Kanuni sultan Süleyman merhumun sarayında İngiliz tarihçi Arnold Toynbee elli bir yıl Osmanlı Medeniyeti’ni inceliyor. Yarım asır Osmanlı kütüphanelerinde ne aradın, diye sorana Baki’nin memleketinde bulundum yetmez mi? Cevabını verdi. Yani işte o kütüphanelerde gözümüzün önünde İstanbul’da. Vakti olan gezsin dolaşsın yani Nuruosmaniye, Süleymaniye, Beyazıt, Millet. Bunlar bizim, içindeki kitaplar Türkçe. Türkçe kitapları görmeyen, merakta etmeyen okumuş Türkler ülkesi. Garip bir durum yani…
Eyvallah hocam. Çok teşekkür ederiz.
Rica ederim.