Allahsız, hazcı, köklerinden bağları kopmuş, aile ilişkileri zayıf, fikri ve kıblesi Batı olmuş bir nesil. Batıcı yobazların ağızlarına pelesenk ettikleri gençlik ideali… Bu ideale ulaşmak için her yolu denediler, her eşyayı kullandılar, her şeyi bu yolda meşru gördüler. Batıcı sömürgecilere verdikleri sözün ve Batılılaşma yolunda edindikleri davanın gereğini, toplumu Batıcı yaşam tarzına dönüştürme şeklinde ortaya koydular.
Fuhuş sektörünü olabildiğince yaygınlaştırdılar, aileleri bölmek-parçalamak adına kadını ve erkeği sokağa saldılar, rüşveti-faizi yaygınlaştırıp ekonomideki hassas dengeyi dinamitlediler. Gençliği uzun süre sınav-eğitim maratonuna sokup kimliksizleştirdiler, milleti açlığa gark edip ekmek uğruna köleleştirdiler, emeksiz kazancı meşrulaştırıp uyuşturucu, hırsızlık, yolsuzluk gibi gayri meşru yollarla kazanmayı hoş gösterdiler. Bar, pavyon, meyhane, gazino açarak eğlence adı altında toplumu dejenere ettiler. Bunu yaparken “Suret-i Hakk”tan görünerek münafıklık sergileyip “toplumsal kirlenme”den şikayetçi oldular, rahatsızlandılar.
Basın-yayın ile iş yeri ve işvereni ile toplumu batağa çekenler ve bunca çirkefi ve irini toplumun can damarlarına akıtanlar bunlar değilmiş gibi, kendilerini “temiz”ler safına sokup toplumun kirlendiğinden bahsettiler. Ama asla, toplumu toptan yok etmeyi düşünmediler. Sarhoş olsun istediler, sağlıksız bir düşünce yapısı olsun istediler, ne istediğini bilmeyen, ne yaptığını anlamayan, para ve kariyeri için her şeyi yapabilen, ruh kökünden koparılmış, uyuşturulmuş şuursuz bir topluluk olsun istediler. Ne “var” olsun ne de tam “yok” olsun…
Bunun için fikirsizlik cereyanını, hazcılık geleneğini sistemin kuşattığı bütün kurumlara, kişilere ve idraklere tatbik ettiler. Sonuç; şimdiki haliyle ne var olan ne de yok olan bir toplum… Hastalıklı, sıkıntılı, ihtiraslı, idealsiz ve örgütsüz toplum… Bütün bunlara rağmen, çürümüşlüğün nüfuz gücüne nispeten, varoluş mücadelesi veren şahıslar ve yaşanan kimlik bunalımları. Kısaca her alanda ciddi bir yozlaşmanın yaşanması ve kirlenmenin had safhaya varması… Bütün bunlar Batı ve Batıcılığın, toplumu getirdiği noktayı işaretlemesi bakımından mühimdir. Bunlardan birkaçı üzerinde duralım:
Kimlik probleminden kaynaklanan inançsızlık
Kimlik, ferdin yalnızca kendine özgü tutumlarından, duygularından, algılarından, değerlerinden ve davranışlarından oluşan kendi hakkındaki görüşüdür. “Ben kimim, ne yapabilirim, hayattan beklentim ne?” gibi soruların cevapları gerçek kimliği, “Benim için ne değerlidir ve hayattan beklentim ne?” sorularının cevabı ise özlem duyulan “ideal kimliği” gösterir. Sistem, yönettiği topluluğa örnek teşkil edecek ideal tip geliştirememiş, ilmî ve ahlakî manada ruhî melekelerini iptal etmiş, ortalıkta ne kadar şahsiyet pınarından nasipsiz kişilik var ise onları da cemiyet meydanına çıkarmaktan çekinmemiştir.
Babasını öldüren, eğitimli kravatlı homoseksüel olmaktan gurur duyan, bedenini sergilemeyi marifet sayan, hırsızlıktan ve dolandırıcılıktan sabıkalı siyaset yapan tipler takdir edilmiş, ön plana çıkarılmış, devletin veya sermayenin tüm imkanları bu şahsiyet(- siz)lerin önüne konulmuştur. Bu yüzden hakiki anlamıyla gençlik kendine bir model bulamamakta, seçimlerini yapamamakta veya körü körüne bir bağlılık ile çevre-aile-okul üçgeninde sıkışıp kalmaktadır. Bu kimlik sıkıntısının en sık yaşandığı dönem ergenlik dönemdir.
Ergenlik, bireyin kendisini aradığı dönemdir. Genç, çevresinde sevdiği, güvendiği, kendisini yargılamadığı bir yetişkin bulduğunda ona benzemek, onun gibi olmak ister. Kendini ona eşitlemeye, ona özenmeye çalışır. Okulda gördükleri/gösterilenler, evde anlatılanlar/nasihat edilenler, çevresinde arkadaşları vasıtasıyla elde ettiği yeni görüşlerle idealleştirdiği tipler ve etkileşimleri “kanka, imaj, kariyer, sınav, üniversite, cinsellik, ben memur, ben müdür, ben şirket sahibi vs.” hep bu zümreden değerlendirmeye tabiidir. Ekonomik gelir ihtiyacı, gençliğin vermiş olduğu heves ve heyecanların tatmini, büyüklerinin kıvırmaları ve ihanetleri, çevresinde olan biten vurdumduymazlık ve dolandırıcılıklar zihinde ciddi handikapların oluşmasına sebebiyet vermektedir. Bir de bir meslek sahibi olma, doğru eğitim alma gibi durumlar karşısında yaşamın en güzel yıllarını endişe, korku, teslimiyet içerisinde geçirmesine sebep olur.
Korkuları hep tahrik edilir, ideallerinin zayıf/yıkılabilir olması sağlanır, tercihlerinin seçkinler zümresine yakınlaşmak şeklinde cereyan etmesi istenir ve seçkinlerin para kazanma yolları özendirilir, imaj ve etki adına bir batılı gibi giyinilir ve süslenilir, erkekseniz sizden de ya benzer davranış beklenir yahut bütün bunları kabullenmeniz istenir.
Kimlik sıkıntısı bununla sınırlı kalmaz, aile fertleri arasında her gün yaşanılan buhranlar, zengin bir tüketici olma hayalleri, zevk ve sefa düşkünlerini kıskanmalar vs. hep bu çerçevede görünür. Kredi kartı borçları, araba taksitleri, ev sahibi olma düşüncesi kıskacında toplum kendini düşünme melekesini kaybetmiş ve nereye gittiği belli olmayacak şekilde alır başını gider. Anne-baba aklı sıra “tehlikeli” gördüğünden çocuklarını dinî, ilmî, ahlakî cemiyet ve derneklerden uzak tutarken beraberinde onu sokağın çirkefine, başıboşluğun sistemine, aymazlığın kucağına attığını fark etmez. Ve yine “tehlikeli” gördüklerinden kendileri de bu manada serbest kalmayı, kim ne derse yahut “menfaat neredeyse” öyle düşünmeyi ve iş üretmeyi prensip edinirler. Kiralık kişilikleri, değişken anlayış ve görüşleri olan bu insanlar asla bir kimlikle kendilerini özdeşleştirmeyi düşünmezler. Bir nevi belli bir ideolojisinin kanatları altında sözde ideolojisizlik durumu oluşturma… Oysa bu halleriyle düzenin ideolojisinin parçası olduğunu akletmezler. Çünkü bu çerçevede kafası karışık olduğu kadar kimliği de karışıktır.
İletişim teknolojisinden kaynaklanan inançsızlık
Gelişen teknoloji ile değişime uğrayan anlayış ve kültür, doğru ve emin bir ideolocyanın emrinde olmadığı için insanî duyguların istismarına sebep olmuştur. Tüketime dayalı bir teknoloji kültürü, kişiyi fıtratına yabancılaştırmış, sosyal bir varlık olan insanı ferdîleştirmeye ve toplumun dışına itmeye çalışmıştır. Kurumlarda dayatılan görev paylaşımları, şirketlerde geliştirilen yönetim, idare ve çalışma biçimleri insanlığı “makine” benzeri bir toplum oluşumuna götürmüştür. Bütünden habersiz, yanındakini düşünmeyen, insanî vasıflardan yoksun, mekanik bir ruhi anlayışla hukukî normlar oluşturan ve teknik aletleri sadece daha fazla üretim aracı olarak gören bir anlayış oluşmuştur. Medyası ile televizyon ve sinema gösterimleri ile ucuza meyleden, geçici fikir ve moda beyanlara bayılan ve günlük yaşantısında bu durumunu meşru gören bir kirlilik, toplumun bütün uzuvlarını sarmıştır. Böyle bir toplumun kontrolü ve manipülesi çok kolaydır. Sömürgeci için bu toplum yine bulunmaz bir nimettir.
Sömürgeciye göre kadın satılık bir meta, süs eşyasıdır, erkek ise bu süslerin parasının tahsil edileceği bir başka metadır. Her iki varlık da her koldan saldırıya maruz kalmaktadır. İnternet teknolojisi, bilgi işlem teknolojisi, basın yayın endüstrisi, işverenin veya eğitim dünyasında insan ruhunu ve toplumun çekirdeğini hedef alan tacizler bu saldırıların en masum halidir.
Toplumu oluşturan fertlerin devlet veya kanunlar tarafından bu tehlikelerden korunması gerekirken aksine bazı saldırılar ve tacizler kanunlar aracılığı ile gerçekleşir. İletişim teknoloji sayesinde küçük çocuklar okulları vasıtasıyla, her çeşit satanist, evangelist tacizlere muhatap olabiliyor. Uyuşturucuyu öğreniyor, içkiyi öğreniyor, dolandırıcılığı öğreniyor, her çeşit ahlaksızlığı öğreniyor ve giriyor toplumun içine… Teknolojinin nimetlerinden yararlanmak adına bu defa banka soymaya, kredi dolandırıcılığı yapmaya, modası ve modeli eskimiş yabancı malları kendi insanına kakalamaya, “hallederiz abi” mantıklı en küçük devlet kurumundan en yükseğine kadar sızarak rüşvet, torpil, tehdit yollu iş bitirmeye başlıyor. Ekranda örneğini gördükçe, onu durduracak hiçbir ahlakî ve ilahî korku olmadığı için vicdansızlaşıyor, gördüğünü uygulamak istiyor. Sinemada gördüğü başrol oyuncusu kaç tane arabayı kaç dakikada çalıp hangi plajda hangi eğlencede harcadıysa bu da onu yapmak istiyor… Çünkü onu bağlayan hiçbir ahlak yok ve korkunç derecede ahlaksızlığa, fikirsizliğe, ahmaklığa meyli var. Bunun önemli sebeplerinden biri de inançsızlıktır.
Dünya görüşü eksikliğinden kaynaklanan inançsızlık
İdeolojisizlik mümkün değil, bunu en başta belirtelim. Bu “mümkün değil”in isbatını anlatımlarımız boyunca cevaplandırmış olacağız. İdeoloji; siyasal ya da toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükümetin, bir partinin, bir toplumsal sınıfın davranışlarına yön veren; bilimsel, politik, hukukî, felsefî, dinî, moral, estetik düşünceler bütünü.
İdeolojik olmak; bağlı bulunulan bu dünya görüşünün gereğini tatbik etmek, dile getirmek, propagandasını yapmak… Yönetimi elinde bulunduran kuvvet, idare ettiklerini bu manada kendi ideolojisi etrafında şekillendirmeye, örgütlemeye, kurumlaştırmaya ve kendi toplumunu oluşturmaya çalışır. Toplumu oluşturan bütün unsurlar, fikrin tesiri altında olduğundan her bir fert bir görüş ve fikir sahibidir. Bu manada kimse ideolojik olmanın dışında değildir. İster iktidarda bulunulan ideolojinin, ister muhalif olan ideolojilerin ister sözüm ona “Benim siyasi görüşüm olamaz!” deyip mevcut iktidarın veya güçlü olanın rengini üzerinde taşıyan alt grupların ideolojileri olsun herkes bir ideoloji sahibidir veya onun tesiri altındadır.
İnançsızlık için sömürgecinin en önemli fikir ayağı idealsizlik telkinidir. Askeri yahut siyasi güç kullanarak kurduğu düzen ile iletişim teknolojisini kullanarak toplumu oluşturan fertleri kimliksizleştirme, kendi öz kültürlerine yabancılaştırma, nefsani zevk ve heyecanlardan başka bir şey düşün – memelerini sağlamaktadır. Onları herhangi bir idealden uzak tutarak, kendilerini sorgulamanın önüne geçmek, içte doğacak küçük gayelerin dışında hiçbir şeyin değerli olamayacağını hissettirmektir.
Kapitalist küreselleşme yanlısı sömürgecinin ülkelerin kanını emmekte kullandığı bu metot, fiilî savaştan daha etkindir ve “başarılı” sonuçlar vermiştir. Hatta sömürdüğü ülkenin içinde, kendine inanmış yerli işbirlikçiler bulmakta da zorlanmamıştır. Vatan, millet, din, izzet, şeref, dürüstlük, samimiyet, sadakat gibi duygularını kaybeden topluluklar, adı geçen kavramları kafasına göre harcayabilmiştir.
Netice
İdeal sahibi olmak, bir cemiyetin oluşumuna katkı sağlamanın olmazsa olmaz şartlarındandır. Sonra bu ideale bağlılık ve fert olarak üzerine düşen görev ne ise onu yerine getirmek… Toplumu sırtına bindirecek muazzam ferdî oluşa ve bu fertlerin oluşturduğu cemiyete yol açmak… Bu cemiyette kirlilik, inançsızlığa sebep olan başıboşluk mevcut olamaz, yaşayamaz. Bu cemiyet mensupları; büyük bir fikir ve kültür inkılabının mümessilleri şeklinde belirecek ve cemiyeti imar edecektir. Nihayetinde inanma insanî bir reflekstir, hayvani değil. Hayvanların ise kimlik problemi, dünya görüşü meselesi, ideal düzen arayışı yoktur. Günümüz insanının dünya görüşü kavgası inanç kavgasına bitişiktir. Bu durum Mirzabeyoğlu’nun deyişiyle “fikri yaşamak, yaşamayı fikir bilmek”tir.