İnsan, yemek-içmekten ibaret bir canlı değildir. Bunların ötesinde hissî ve uhrevî ihtiyaçları da vardır. Sevinir, mahzunlaşır, ümitlenir… Tabii olarak bir şeylere inanma ihtiyacı hisseder. İnançsız olduğunu iddia edenler bile aslında inançsızlığa inanırlar. Kimileri de nefsinin esiri olmuştur, nefsi onlara kendilerinden başkasına inanmamayı emir verdiği için nefislerinden ibaret hale gelen kendilerine tapınmaya başlamışlardır.
En sonda söylememiz gerekeni en baştan söyleyip, inançsızlık denilen illetin neden kaynaklandığı ve nelere mal olduğu meselesine girelim: İnanmak, insanoğlunun en temel gereksinimlerinden biridir. Çünkü Hz. Peygamber (sav)’in buyurduğu gibi “Bütün çocuklar İslam fıtratı üzerine doğarlar.” (Buhârî, Ebû Dâvut, Tirmizî) Dolayısıyla doğuştan inanmaya kodlanmış bir varlık, “Hiçbir şeye inanmıyorum!” diyerek yalnızca kendini kandırır. Esas mesele elbette kişinin Allah’a ve Resulüne iman etmesidir. Kendisine yaratılmışların en şereflisi olma vasfı sunulan insan, eşref-i mahluk olmakla esfel-i safilin olmak arasında tercih yapmak durumundadır. Şayet, Kuran-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde tarif edilen hayatı benimser ve bu çerçevede yaşamaya gayret ederse, işte o zaman Allah’ın kendisinden razı, kendisinin de Allah’tan razı olduğu bir kul olarak dünyasını ve ahiretini mamur eder. Aksi taktirde ise ziyan olur gider.
İnançsızlığın adeta toplumsal bir genel kabul haline geldiğini ispatlamaya çalışırcasına dört taraftan saldırıların zirve yaptığı bir dönemde yaşıyoruz maalesef. Televizyon dizileri, sosyal medyada yapılan kampanyalar, toplumun ve özellikle gençlerin huzuruna “örnek şahsiyet” olarak çıkarılan “popüler” şahsiyetler, “best-seller” bazı kitaplar gençleri ve hususiyetle de dini konularda zamanında gerekli bilgilerle donatılmamış gençleri esaret altına alıyor. Dünyada bir ara furya haline gelen, son dönemde de Türkiye’yi tehdit eden inançsızlık meselesi, kapitalist dünya düzeninin inşa ettiği ekonomik, siyasal, sosyolojik ve ideolojik sistemden bağımsız olarak düşünülemez. “Hep daha fazlası” sloganıyla doyumsuzluğu öğütleyen, kanaat kavramını toplumların gündeminden kaldıran kapitalizm; daha çoğunu elde etmeyi sınırları zorlamaya, mutluluğu da sınırsız özgürlüğe ulaşmaya bağlıyor. Her istediğini yapınca huzurlu olacağı hissi, insanı kendisini “kısıtlayan!” irade ile hesaplaşmaya sürüklüyor. Teknolojik gelişmelerin bu husustaki payını yadsımamak gerekir. Bilgi kirliliği, yeni nesli daha fazla tepki göstermeye ve yanlışları referans alarak sorgulamaya itiyor.
İnançsızlığın toplumsal sonuçları: anarşizm ve kaos
Batı’da bu hikaye 19. yüzyılda Evrim Teorisi ve Marxist Ekonomi Modeli’nin icadıyla başlasa da, 1960’lı ve 70’li yıllarda gençler arasında “kanaat önderi” gibi değerlendirilen bazı sanatçılar marifetiyle zemin buldu. Aynı zaman diliminde İngiltere’de yaygınlaşan Hippi kültürü ve Fransa’da Sorbonne Üniversitesi’ndeki öğrenci isyanı ile başlayan 68 Kuşağı Hareketi, özgürlüğün kişinin kendi içerisinde olduğu görüşünü öne sürüp din, aile, milli kimlik gibi kavramların birer tabu olduğunu söyleyerek hepsini reddetti. Hippiler, apolitik bir hareket olduklarını vurgulasalar da, üzerinde yaşadığımız dünyanın bütün bitkilere, hayvanlara ve insanlara ait olduğu argümanına dayanan bir komün hayatını savunuyorlardı. Tüm yetkilileri ve sınırları da protesto ediyorlardı. Böylelikle, Batı’da önüne geçilemeyecek türden toplumsal krizler ve anarşizm yaygınlaştı. Psikanalist Erich Fromm, Hippilik’i gelmiş geçmiş en tutarlı hareket olarak adlandırsa da, kendilerine “Çiçek Çocuklar” tanımlaması yapılan Hippi’ler, ne hikmetse ceplerinde tek kuruş olmamasına rağmen hayatlarını rahatlıkla sürdürebiliyorlardı!
Avrupa’yı uzun süre kasıp kavuran Hippi Kültürü, 68 Kuşağı ve onların beraberinde getirdikleri anarşizmle savaşmak için Batı tekrar dine yöneldi. Gençlerin kiliseyle irtibatını artırmak için girişimlerde bulundu, inançsızlığı öğütleyen fikir akımlarıyla düşünsel arenada mücadele etti. ABD ile Avrupa’da, Kilise’nin ve inancın önemine ilişkin yayınlarla araştırmalar yapıldı, bilimsel makaleler yazıldı. Eğitim kurumlarında Hristiyanlığın daha küçük yaşlarda öğrencilerin zihinlerine yerleştirilmesi için gayret gösterildi. Gelinen noktada, inançsızlığın ürünü olan sosyal hadiseler Batı’da büyük oranda azalmış durumda. Kendi bünyelerindeki mikrobu yoğun çabalar sonucunda temizleyenler, şimdi başta Türkiye olmak üzere İslam coğrafyasına ithal ediyor. Yeni trend de deizm. Hıristiyanlar arasındaki mücadelelerin nihayetinde doğan deizm; vahiy, mucize, risalet gibi kavramları reddederek vahiyle bildirilen Allah’ı da inkar etmek anlamına geliyor. Diezm’e göre bir yaratıcı var, fakat bu ancak akılla izah edilebilir. Vahiy inkar edildiğine göre bu düşünce sistematiğinde peygamberlere ve dinlere de inanılmıyor! Son yapılan araştırmalara göre Türkiye’de kendilerini muhafazakar olarak tanımlayan ailelerin çocuklarında yoğun bir şekilde deizmi kabul söz konusu. Geleneksel din öğretisine karşı çıkan deistlerin en temel problemleri ise, “geleneksel” dedikleri dinin gerçek anlamda cahili olmaları. Bir de İslam’ın akla uygun olmadığı, özgürlükleri kısıtladığı, dünya hayatının değersiz olduğuna vurgu yaptığı için İslam dünyasının geri kaldığı gibi saçmalıklarla; kendilerini Müslüman olarak tanımlayan ve din adına kanlı eylemler gerçekleştiren terör örgütlerine karşı oluşan tepkinin deizme yönelişte büyük payı var. Tabi bir de dünyevileşme meselesi… Yukarıda izah ettiğimiz, nefsinin kölesi olma ve doyumsuzluk psikolojisi.
Eğitim kesinlikle şart
Sorunu genel hatlarıyla tespit ettiğimize göre, çözüme dair de bir şeyler karalayarak bitirelim. Öncelikle, İslam fıtratı üzerine dünyaya gelen çocuklarımızın içerilerindeki cevheri ortaya çıkarmak zorundayız. Bunun için de kendimize çeki düzen verip çocuklar başta olmak üzere tüm topluma örnek olmamız gerekiyor. İslam’ın barış ve huzur dini olduğunu, Müslümanca bir hayat yaşayarak yeni nesle gösterebilirsek, daha onlar çevresel faktörlerin saldırıları ile yüzleşmeden problemin kahir ekseriyetini çözmüş oluruz. Sonrasında dinimizi en doğru şekliyle öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Kuran-ı Kerim’de buyrulan emir ve yasakların ne olduğunu, İslam’ın özgürlükleri değil, özgürlük diye bilinen ancak kendimizin, başkalarının ve daha genel çerçevede toplumun kırmızı çizgilerini ihlal eden yanlışları kısıtladığını, dinin akla hiçbir şekilde aykırı olmadığını, İslam adına katliam yapan terör örgütlerinin metodlarının İslam’ın bizatihi kendisiyle ilgili olmadığını, hatta İslam’ın böylesi bir tavra net bir şekilde karşı çıktığını tane tane öğrenmeli ve çevremize anlatmalıyız. Örnek olarak Alemlerin Efendisi’ni göstermeli, onun tertemiz hayatını ibret vesikası olarak okutmalıyız. Ve ölüm… Peygamberimiz’in buyurduğu gibi “Bize nasihat olarak ölüm yeter.” Geçici alemde yaşadığımızı, ebedi aleme göçeceğimizi ve hesap vereceğimizi sık sık hatırlamalı, hatırlatmalıyız. Zira tüm yaşamın hasılası iman veya inkar arasında tercih yapmaktan ibaret. Bütün mesele bu!