Cinsiyeti, erillik ve dişillik olarak ikiye ayrılan biyolojik bir durum olarak tanımlayabilir ve eşeyli üreyen her canlı türünün erilliğinden ve dişiliğinden bahsedebiliriz. İnsanlar için de durum böyledir; insan erkek ve kadın olmak üzere iki cinsiyete ayrılır. Canlıları erkek ve dişi şeklinde iki cinsiyet olarak kabul etmek, insanlık tarihinin genel kabullerindendir.
İki ayrı cinsiyet olgusu, kültürden folklora, sanattan mimariye, müzikten ekonomiye kadar hayatın pek çok alanına yansımıştır. Öyle ki, insanla yan yana yürüyen dillerde de erillik ve dişilliği görebiliriz. Almanca, Fransızca, Arapça başta olmak üzere bazı dillerde nesnelere erkeklik ve dişilik (müzekker – müennes) yüklenmiştir.
Dini metinlerde de aynı tasnifin varlığı görülmektedir. Nisa Suresi’nin ilk ayetinde “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan…” buyrulmaktadır. Yine Zâriyat Sûresi 49, Yâsin Sûresi 36 ve Şûra Sûresi 11. ayetleri de insanların yanı sıra hayvanların ve diğer yaratılmışların çift yaratıldığına dair bilgiler vermektedir. Tüm bunlar, erkek ve dişi olmak üzere canlıların ikili bir cinsiyet olarak tasnifinin sonradan toplumsal bir kabulle değil ilk andan itibaren biyolojik, fıtrî, doğal bir durum olduğunun işaretidir.
Bir de sayıca az olmakla birlikte günümüzde çift cinsiyetlilik, cinsiyet belirsizliği, erdişillik, interseks gibi kelimelerle ifade edilen ve İslam fıkhında hünsâ ifadesiyle yer alan bir durum daha var ki uzmanlar tarafından, genelde her yüz doğumdan birinde bu hale rastlandığı ifade edilmektedir. İslam toplumları, erkek ve kadın cinsiyeti dışındaki bu grubun varlığını kabul olarak görmüş, İslam fıkıh bilginleri böyle insanları hünsâ-i gayr-i müşkil ve hünsâ-i müşkil şeklinde ikili tasnife tabi tutarak, sosyal, tıbbî ve dinî çözümler üretme çabasında olmuştur. Bunu yaparken, böyle kişileri dışlamadan toplumun saygın bir üyesi olarak görmüşler, haklarını korumak için çalışmışlardır. Dinin bu yaklaşımının yanı sıra toplumlarda zaman zaman dışlayıcı tavırların geliştiğine de rastlamak mümkün.
Cinsiyetsizlik akımı
Günümüzde “Cinsiyetsizlik akımı” diye tanımlayabileceğimiz farklı bir durumun tezahürü ile karşı karşıyayız. Yukarıda anlattığımız, biyolojik durum olan cinsiyetsizlik veya çift cinsiyetlilik hallerinden farklı olarak, modern ve ideolojik bir çıkış şeklinde kendini gösteren, cinsiyetsizliği kamusallaştırma ve görünür kılma çabasında olan bu akım küresel yaygınlık kazanmıştır. Cinsiyetsizlik, bu aşamada aynı zamanda cinsellikle iç içe geçerek meşru kabul edilmeyen ilişkileri meşrulaştıran hatta öne çıkaran bir akıma dönüşmüştür.
İlk dönemlerde az sayıda insanın sahip çıktığı cinsiyetsizlik akımı son yıllarda zaman zaman dayatmaya dönüşme eğilimi içindedir. Gelinen noktada, bebeklere dahi cinsiyet atfetmeyerek yetişkin olunca hangi cinsiyeti seçeceğine kendilerinin karar vermesi gerektiğini savunanlar olduğu gibi cinsiyetin toplumun bir dayatması ve uydurması olduğunu iddia edenler de artmıştır. Bunun yanı sıra anne ve baba kavramlarının yerine ebeveyn1 ve ebeveyn2 gibi cinsiyet içermeyen yeni tanımlar kullanmaya başlayanlar görülmekte ve bazı ülkelerde hemcinslerin evliliğine izin verilmektedir.
Son yıllarda küresel kampanyaya dönüşen cinsiyetsizlikle mücadele geleneksel izahlar ve yollarla mümkün gözükmemektedir. Çünkü cinsiyetsizlik akımı bazı feminist, liberalist, kapitalist grupların desteğini almanın yanı sıra toplumlara sıcak gelen eşitlik, özgürlük, şiddet karşıtlığı gibi argümanları da kullanmakta, bunun yanı sıra sanat ve iletişimin inceliklerinden sonuna kadar faydalanmaktadır. Cinsiyetsizliği savunanların bir kısmı, sadece kendilerine özgürlük istemiyorlar aynı zamanda kimsenin cinsiyetten bahsetmemesini de istiyorlar hatta dayatıyorlar. Böyle giderse, yakın zamanda insanların erkek ve kadın olarak ikili bir yapıya sahip olduğunu söylemek bile zorlaşacaktır.
Bu aşamada “Cinsiyetsizliğe neden karşı çıkmalıyız?” sorusu önem kazanıyor. Benim buna ilk cevabım şudur: İnsanların kadın ve erkek (erillik – dişillik) olarak ikiye ayrılamayacağından yola çıkarak cinsiyetin olmadığını iddia etmek ve buna göre yasal düzenlemeler talep etmek hatta bu fikirleri şiddete varacak kadar dayatmak en başta doğaya, doğal olana, biyolojik varlığa müdahaledir. Cinsiyetsizliği dayatmak, bu yönüyle insan hakları ihlaline girer. Bir insan, erkek bir bebek olarak doğmuşsa, bir varlık olarak o bebeğin bizim üzerimizdeki hakkı, onu erkek olarak kabul etmemiz ve o şekilde yetişmesinin şartlarını oluşturmamızdır. Onu cinsiyetsiz kabul etmek, onun bedenine ve ruhuna müdahaledir.
İkinci cevabı zarurât-ı hamse diye bilinen korunması gereken beş temel hususu hatırlatarak verebiliriz. Bunlar; canın, malın, dinin, aklın ve neslin muhafazasıdır. Can, mal-mülk, inanç-düşünce, akıl-irade, nesil-nesebin muhafazası, insanın saygınlığını, huzurunu, özgürlüğünü ve yeryüzünün sulhunu sağlayan temel değerlerdir. Bu beş şeyin değerini düşüren veya bu beş hususu adaletinin temeli yapmayan her sistem ifsat edicidir. Cinsiyetsizlik dayatması, kolayca anlaşılabileceği gibi ilk başta neslin, nesebin muhafazasını hedef almaktadır. Nesebin müphemliği başlı başına bir kaos oluşturmakla birlikte diğer dört değeri de zamanla belli ölçüde olumsuz etkileyecektir.
Cinsiyetsizlik dayatmasıyla nasıl mücadele etmeliyiz?
Cinsiyetsizlik akımının uzun vadede galip gelemeyeceğini düşünüyorum. Ancak bu süreçte bazı toplumların sosyal bünyelerinde ciddi hasarlar oluşma ihtimali bulunmaktadır.
Cinsiyetsizlik dayatmacılığının destek aldığı siyasi, kültürel ve felsefi akımlar ile bunların cinsiyet dayatmasına neden destek verdiklerini analiz etmeliyiz.
Farklı yaş, eğitim, cinsiyet ve gelir gruplarının cinsiyet ve cinsiyetsizlik konularına yaklaşımlarını gözlemlemeliyiz, araştırmalıyız.
Cinsiyetsizliği reddetmenin yanı sıra, cinsiyetsizliği savunanların hepsini aynı görme hatasına düşmemeliyiz, her bir yaklaşıma göre cevaplar hazırlamalıyız, stratejiler üretmeliyiz.
Cinsiyetsizlik dayatmacılarının sıklıkla kullandığı eşitlik ve özgürlük gibi kavramları onlara terk etmemeliyiz, kavramların gerçek anlamda kullanılmasını sürdürmeliyiz.
Kadın veya erkek olsun, insan olma bakımından her bireyin eşit haklara sahip olduğu ilkesini en güzel biçimde anlatmalıyız. Bunun yanı sıra, kadın ve erkek cinsiyetinin, doğuştan gelen fiziki veya biyolojik bir farklılık olduğunu, bu durumun kimseye bir üstünlük sağlamadığını sadece farklı sorumluluklar yüklediğinin farkında olmalıyız, bu durumu bir prensip olarak anlatmalıyız, geliştirmeliyiz.
Can, mal-mülk, inanç-düşünce, akıl, nesil-nesebin muhafazası konusunu felsefi ve dini arka planlarıyla yeni nesillerin anlayacağı şekilde güncellemeli, farklı mecralarda o mecraların diline uygun biçimde bunları anlatmalıyız. Bu beş ilke, özgürlüğün teminatıdır.
Çocuklarımızın ilk doğduğu andan itibaren, sahip olduğu cinsiyete uygun biçimde yetişmesine olanak sağlayacak şartları hazırlamalıyız. Ancak bunun yanı sıra toplumun bazı hurafeler, batıl veya doğru olmayan inançlar, insanın muhteremliğine aykırı gelenekler sebebiyle kadın veya erkeğe yüklediği yanlış anlamlar ve değersizliklere karşı, başka akımlara fırsat vermeyecek şekilde kendimiz ıslah edici olmalıyız.Bu anlamda toplumsal cinsiyet anlayışımızdaki hataları telafi etmeliyiz. Bu meyanda din ve yaratılıştan kaynaklanmayan, toplumların zaman içinde benimsediği kimi cinsiyet rollerini tartışmaktan kaçınmamalıyız. Dinden kaynaklanmayan ve İslam’ın insan veya kadın erkek anlayışına aykırı olan kötü uygulamalar, töreler ve geleneklerle mücadele etmeliyiz.
Cinsiyetsizlik dayatmacılığının sanat ve iletişim alanındaki çalışmalarını yakından takip etmeli, bu alanlarda hem hukuki haklarımızı kullanmalıyız hem de sanat ve etkileşim değeri yüksek karşı çalışmalar yapmalıyız.
Cinsiyetsizlik dayatmacılarına söz söyleme imkanı verecek her türlü şiddet ve hukuksuzluğa karşı durmalıyız. Mobbing, taciz gibi konularda hassas olmalı, bu konularda yasal eksiklerimizi tamamlamalı ve toplumsal duyarlılığımızı artırmalıyız.