Klasik kelam alimleri; “İman edilecek hususların bir kısmına iman edip bir kısmına iman etmeyen kimsenin imanı sahih değildir.” demek suretiyle itikadî esaslardaki bütünlüğü zedeleme sorununa vurgu yapmışlardır. Bu ifadenin bir başka açılımı ise; “Zarûrât-ı diniyeden birini inkar, dinî hükümlerin hepsini inkar sayılır.” kuralıdır. Bunların hepsi gösteriyor ki iman bir bütündür. İman kesinlikle parçalanma ve bölünme kabul etmez.
Parçalı bir iman, “yok” hükmündedir ve sahibine hiçbir fayda sağlamaz. Her yatsı namazından sonra okunması nebevî bir tavsiye olan Bakara Suresi’nin son iki ayetinin içeriği imanı tecdit etme eyleminin bir ikrarıdır. “Resuller arasında iman bakımından hiçbir ayrım yapmayız.” İfadesi ile de mümin, iman konusundaki bütünlüğü tasdik ettiğini yineler.
Ya iman ya küfür
İmanın bütünlüğünü ve bölünmezliğini hakkıyla kavrayamayan kimseler, hiç beklenmedik bir zamanda, bir kopma veya imanı parçalama gafletinde bulunabilirler. İmanla küfrü tek gönülde bulundurma sapıklığını yaşayabilirler. Halbuki Resulullah (sav), bunun imkansızlığını şu hadisiyle açıklığa kavuşturmuştur: “İman ve küfür (aynı anda) bir kimsenin gönlünde bir araya gelemezler.” Kuran-ı Kerim, bu duruma “İmanla şirki birbirine karıştırma” adını vermektedir.
Şirkle imanı aynı kalbe koymak gibi bir sapkınlığı yaşamayanlar Kuran-ı Kerim’de şöyle övülmüştür: “Onlar iman ettiler ve imanlarına hiçbir şekilde şirk bulaştırmadılar. (Dünya ve ahirette) Güven içerisinde olanlar ve (mutlak) doğruyu bulanlar bunlardır.” Bu ayetteki “zulüm” kavramını “şirk” olarak tefsir eden Hz. Peygamber’dir. Bu tefsire göre müminler için, şirkten uzak bir iman idealize edilmiş ve övülmüştür.
Zira böyle bir imanın sahibi, hayatın her alanında ve önemli olayların çözümünde Allah Teala’dan başkasına müracaat etmez. İmana şirk/zulüm bulaştırmamak; hayatı anlamlandırırken beşeri düşünceleri dinleştirmemek, ideolojik bakıştan kaçınmak, İslam’a karşı başka bir dünya görüşünü tercih etmemek, hayatı anlamlandırırken dinin genişlik boyutunu gözden kaçırmamak demektir. Kısacası; Allah’ın emir alanına sınırlama getirmemektir. Saymış olduğumuz bu yanlışlara düşenler imanlarına şirk karıştırmış olurlar ki karşılığı küfürdür.
“Bazısına inanır bazısını inkar ederiz!”
Kuran-ı Kerim’e ve İslam’ın kesin hükümlerinden birine inkarcı yaklaşım, dinin halkalarından birisini koparmaktır. Konuyla ilgili örnekleri çoğaltmak mümkün olmakla beraber en net örneklerden birisi Yüce Allah’ın şu buyruğudur: “Allah’ı ve peygamberini inkar edenler, (Allah’a inanıp peygambere inanmamakla) Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isterler ve ‘Biz (peygamberlerin) bazısına inanır, bazısını da inkar ederiz.’ diyerek imanla inkar arasında bir yol tutmak isterler”
Yüce Allah böyle bölünmüş ve parçalı bir imanın neticesini bir sonraki ayette hükme bağlamıştır: “İşte bu kimseler gerçek kafirlerdir. Biz, kafirlere rezil ve perişan edici bir azap hazırladık.
Ayetten anlaşılan; Allah’a (cc) ve Resul’e (sav) iman, imanın rükünlerindendir. Peygamberler arası ayrım yapan küfre girer. Herhangi bir kimse Allah’a (cc) nasıl inanıyorsa kendi zamanına ve toplumuna gönderilen peygambere de iman etmek zorundadır. Eğer iman etmiyorsa imanın rükünlerinden birini inkar ettiği için hidayetle olan tüm bağlarını koparmış olur.
Bu nazik durumu Hz. Peygamber (sav) şu hadisinde açıklığa kavuşturmuştur: “Allah’a yemin ederim ki bu (davet) ümmetinden ister Yahudi ister Hristiyan olsun; kim benim peygamberliğimi duyar da benim kendisiyle gönderilmiş olduğum şeye (dinî emir ve yasaklara bütüncül olarak) iman etmezse kesinlikle cehennemlik olur.”
Hadis-i şerifteki “ellezi” ism-i mevsulü Hz. Peygamber’in (sav) getirdiği dinî emirlerin tamamını kapsar. Bu nedenle, değil peygamberi, getirdiği dinî hükümlerden birisini inkarın dinin tamamını inkar olacağına vurgu yapar.
İnsanlık, sistemin kuşatması altındadır
Konu içerisinde ele alınan gerek ayetler gerekse hadis-i şerifler İslam’ın bütünlüğünü ilan etmekte ve zarurat-ı diniyeden birini bile inkarın insanın İslam’la olan bağlantısını tamamen keseceğine işaret etmektedir. Fakat tüm bunlara rağmen insanlık, dünya sisteminin kuşatması altındadır. Dünya sistemine karşı alternatif bir hayat tarzını, gerek dinî metinlerinde gerekse kültüründe barındırmayan Yahudi ve Hristiyan milletinin sistemle itikadî ve amelî bir sorunu yoktur.
Hatta sistem, kendi ürünleridir. Bu sistem, baskın dünya siyasetinin etkisi ile Müslümanlara dayatılmaktadır. Uluslararası toplantılarda kendi amentülerini deklare eden dünya sistemi, bu amentüye uymayan İslam milletini hizaya getirmek için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Bu çerçevede; daha seküler ve daha liberal bir hayat tarzına zorlanan Müslümanlar; insanı aşan tüm aşkın değerlere karşı da pozitivist bir yaklaşıma zorlanmaktadırlar.
Neticede, hayatın gerek genişlik gerekse uzunluk alanlarında Batılılar gibi düşünmeye ve yaşamaya başlayan Müslümanlar (!) iman alanlarını yüzdelemektedirler; imanlarını parçalamaktadırlar. Allah’ın (cc) varlığını kabul etseler bile birlik alanında O’nu hayatlarına karıştırmamaktalar. Siyasî, sosyal, hukukî, iktisadî ve eğitim alanlarında Allah’a (cc) rağmen bir hayatı tercih etmektedirler. Kuran-ı Kerim’i ilahî kitap, Hz. Peygamber (sav)’i elçi olarak kabul etseler bile kitabın ve Hz. Peygamber (sav)’in yol göstericiliğini pratikte kabul etmemektedirler.
Kimler dinde aşırıdır?
Buna göre; hayatın genişlik alanına hitap eden ilahî hükümleri, zamanın ve mekanın dışına atmak dinde aşırılık değil midir? İslam’ı tarihe hapsederek zamanının geleneği diye takdim edip hükümlerini mumyalamak dinde aşırılık değil midir? Dinde aşırılık, dinin özüne yapılan ekleme veya çıkarmadır.
Din, hayatın dışına sürüldüğü için bu durum dinde aşırılıktır. Halbuki Hz. Peygamber (sav) bir hutbesinde tüm insanlara, özelde de müminlere şu uyarıyı yapmıştır: “Ey insanlar! Sizleri dinde aşırılıktan sakındırırım. Çünkü sizden önceki ümmetler dinlerindeki aşırılıklar (dinin özüne yaptıkları müdahaleler; dinî emirleri hayatın dışına itmeleri) nedeniyle helak oldular.”
Temel tercihlerini ulus devletten yana yapıp sonra da ideolojik kimliklerini din olarak dayatan, halkı Müslüman ülkelerin yöneticileri ve onlara destek veren halk, dinde aşırı gitmişlerdir. Ayrıca yaşanan hayatı moderniteye teslim edip, dinin bu hayata dair söyleyecek sözü olmadığını; verili hayatın dinle payandalanmasını savunan sözde Müslümanlar da dinde aşırı gitmişlerdir. Dinin birinci kaynağı olan Kuran-ı Kerim’i köksüz şekilde yorumlayıp yorumunu dayatanlar da, Kuran-ı Kerim’in en önemli müfessir ve mübeyyini olan Hz. Muhammed (sav)’in sünnet ve hadislerini itibarsız hale getirmek isteyenler de dinde aşırı gitmişlerdir.
Kuran’a ve sünnete sarılmalıyız
Müslümanların böyle sıkıntılı bir durumdan kurtulmaları ve tevhidin rengine boyanabilmeleri için iyi bir Kuran ve sünnet eğitiminden geçmeleri zorunludur. Böyle bir eğitim kişiyi sıradan olmaktan kurtarır ve Hz. İbrahim (as) gibi bireysel ümmet olma konumuna çıkarır.
Bunun sonucunda ise, dünyanın fikrî çalkantıları ve dayatmaları onu hiçbir zaman savrulgan bir duruma düşürmez. Hakk’ta sebat eder. Her zaman tercihini Allah (cc) ve Resul (sav)’den yana yapar. Herkes velev ki küfrü bile tercih etse o yalnız başına hakta sebat eder. İdeolojik düşüncenin siyasal görüntüleri olan sağ-sol kamplaşmasında asla yer almazlar. Dünya sisteminin dayatmalarına boyun eğmeyerek, imanlarını yüzdelemeyecek olan gerçek müminler, aynı zamanda tüm dünyanın umududurlar.